Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-ü İslâmı bütün virâneler gördüm.
Ziya Paşa
Müslümanlar olarak, kainatın yaratıcısının gönderdiği “değişmez ve mutlak hakikat bilgisine” sahip olma iddiasındayız ama bu “bilgi” bize beklediğimiz avantajı sağlamıyor bir türlü!
Uzun asırlardır “kafirlerle” mücadelemizde başarısızlık üzerine başarısızlık yaşıyoruz.
Ekonomide, bilimde, teknolojide, sanatta, sporda “muasır medeniyetlere yetişme” çabasıyla çırpınıyor ama bu yarışta sürekli nal topluyoruz.
Hem Allah yanımızda, hem de varlığa dair ebedi bilgi avuçlarımızda olduğu halde yakamızı kurtaramadığımız bu başarısızlığın sebeplerine dair izahlarımız (ve mazeretlerimiz) birkaç merkezde toplanıyor.
Bunlardan ilki hakikatin inkârı...
“Küfür diyarındaki” refahın, zenginliğin, şatafatın, huzurun bir illüzyondan ibaret olduğunu, aslında onların göründüklerinden çok kötü durumda olduklarını, Batının çökmekte olduğunu, “kafirlerin” hemen hepsinin gerçekte aç, açıkta, muhtaç, alkolik, depresif, intihara eğilimli olduklarını ileri süren, (yahut bu iddialara hemen inanmaya hazır olan) Müslüman kardeşlerimiz olduğunu görüyoruz.
Daha çok, köyünden kasabasından başka yer görmemiş, pek eğitim almamış kimseler arasında müşteri bulan bu argüman, iletişim ve ulaşım imkanları arttıkça zayıflıyor.
Ziya Paşa gibi “diyar-ı küfrü” gezme imkanı bulanlar, orada çöken bir medeniyet falan olmadığını kendi gözleriyle görüyorlar.
Diğer popüler bir mazeretimiz “İslam aleminin bugünkü perişan halinin sorumlusu Batılı sömürgecilerdir” argümanı…
Birçok İslam ülkesinin, tarih boyunca sömürgecilerin istilasına uğramış olmasını bu argümanın merkezine yerleştiriyoruz.
“Batılıların” kaynaklarımızı acımasızca sömürmesi ve kültürel baskılar kurarak “bizi hakikatten uzaklaştırması” sebebiyle yarışta geri kaldığımızı ileri sürmeye bayılıyoruz.
Sömürgecilerin verdiği zararlar elbette tartışılmaz ama bu “mazeret”, çuvaldızı başkasına batırırken iğneyi de kendisinden uzak tutmayanlara, gerçeklerle yüzleşme cesareti gösterip biraz ciddi sorgulamalara girenlere çok da makbul görünmüyor!
Çünkü bu argüman doğru olsaydı, Müslümanların sömürgecilerle karşılaşmadan önce kurdukları devletlerin çok âdil, müreffeh, huzurlu, güçlü ve yenilmez olması gerekirdi.
Hulefâ-yi Râşidîn diye isimlendirilen dört halifeden üçünün suikastla öldürülmüş olmasının, Cemel vakası, Kerbela Hadisesi, mezhep savaşları gibi siyasi karışıklıklar ve kanlı çatışmaların, Batılı sömürgecilerle hiçbir ilgisi yok!
Müslümanların büyük fetihlerle zenginleştikleri en parlak zamanlarında bile İslam ülkelerinde refahın âdil dağıtıldığını, hukuk karşısında herkesin eşitlendiğini, dünyaya parmak ısırtan bir adalet sisteminin kurulduğunu söylemek zor.
Bu mazeret, her şeyin en iyisini bilen Müslümanların Batılı sömürgeciler karşısında neden bir direnç gösteremediklerini de açıklamıyor.
Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Afganistan gibi hiçbir zaman tam anlamıyla sömürgeleştirilmemiş ve bugün de tamamen kendi yöneticileri tarafından yönetilen ülkelerde yaşanan adaletsizlikleri, hukuksuzlukları, yolsuzlukları, eğitim seviyesinin düşüklüğünü, bilim ve sanatta geri kalmışlığı da “sömürgecilerin komplolarıyla” izah etmek mümkün değil.
Bu mümkün olmayınca sahneye “içimizdeki hainler, satılmışlar, işbirlikçiler, münafıklar” tezi çıkıyor…
Kafirlerin etkisiyle özlerinden, köklerinden kopan kimselerin, dindaşlarına ihanet ettikleri, sömürgeci düşmanların maşaları haline gelip hain ajanlara dönüşerek bugünkü zilletimizin zeminini hazırladıkları iddia ediliyor.
Bu argümanın yumuşak karnı da öncekininkine benziyor: “Hainler” ihanet ederken, Allah’ın bildirmesiyle mutlak bilginin sahibi olan ve her komployu o bilginin yardımıyla anında tespit etmesi gereken Müslümanların onların tuzağına neden kolayca düştüklerini, neden hiçbir şey yapamadıklarını açıklamıyor.
Bu sorgulamaya karşı ileri sürülen mazeret de “Müslümanların gerçek Müslüman olmamaları”!
Öyle ya: “gerçek Müslüman” olsak hiç bunlar başımıza gelir miydi?
Haftaya bu son sorudan devam edelim…