Dünya çapında bir salgınla karşı karşıyayız.
Ülkelerin bu tehlikeli salgınla mücadelede üç temel stratejiden birisini seçtiği görülüyor: Karantina, hiçbir şey yapmama ve sosyal mesafeyi arttırma.
Virüsün anavatanı Çin, karantina uygulaması yapmayı tercih etti. Çinliler adeta evlerine hapsedildiler. Bu kadar kalabalık bir nüfusu evde tutmak tabi ki kolay değildi. Sokaklarda özel kıyafetlere bürünmüş askerlerin, polislerin ellerinde silahlarla düzeni sağlamak için dolaştığı görüntüler distopik filmlerden fırlamış gibiydi. Evleri mühürlenen, dışarı çıkması halinde cezalandırılacağı bildirilen bireylerin çaresizce boyun eğdiği videolar düştü sosyal medyaya.
Şimdilerde Çin’den, maskelerini çıkartıp atan doktorların videoları eşliğinde başarı haberleri geliyor ama bilgi akışı çok sıkı kontrol edilen, devlet propagandasının günlük hayatın ayrılmaz bir gerçeği olduğu ülkeden gelen her türlü bilgiye çok ihtiyatlı yaklaşmak gerekiyor.
İngiltere vatandaşlarına “kendinizi hasta hissediyorsanız evden çıkmayın”, “ellerinizi sık sık yıkayın” nevinden genel geçer tavsiyelerde bulunmanın ötesinde bir şey yapmama kararı aldı. Ne okullar tatil edildi, ne uçuşlara sınırlama getirildi, ne de toplu faaliyetler yasaklandı. Başbakan Boris Johnson, “birçok aile daha, sevdiklerini zamansız kaybedecek” şeklinde toplumu hazırlama amaçlı bir açıklama yaptı.
Bu “laissez faire” (bırakınız yapsınlar) yaklaşımı tam da İngilizlerden beklenecek bir yaklaşımdı!
İngiliz hükumeti, salgının yayılmasını durdurmanın mümkün olmadığını, dolayısıyla ekonomiyi ve sosyal hayatı altüst edecek tedbirler almanın faydadan çok zarar getireceğini düşünüyor.
İngiliz yöneticiler hastalığı bir kez geçirip atlatanların artık bağışıklık kazanacağı varsayımından hareket ediyorlar: Virüsün doğal seyri içinde yayılıp hasta ettiği kimselerin bir kısmı ölecek ama kalan kısım iyileştiğinde toplum “sürü bağışıklığı” (herd immunity) kazanmış olacak. Çünkü hastalanıp iyileşenler yeniden hasta olamayacakları için virüsün yaymayı da durdurmuş olacaklar!
Bunun için nüfusun yüzde altmış kadarının virüsü bir an önce kapıp hastalığı atlatmaları bekleniyor.
Burada problem, hastalığı geçirip iyileşecek o yüzde altmışlık kitlenin mümkün olduğunca düşük risk grubundan, yani çocuklar, gençler ve sağlık problemleri olmayan orta yaşlılardan olmasının nasıl sağlanacağı.
İngiliz kamuoyu şimdilerde “hasta olacak insanların, risk grubundaki hasta ve yaşlı kimselerle teması nereye kadar engellenebilir” sorusuna cevap arıyor.
Tabi “bırakalım hastalık yayılsın, her şey kendi kendine düzelir” yaklaşımına tepkiler de sürüyor.
Dünyanın geri kalanıyla birlikte biz de kontrollü bir sosyal uzaklaşma stratejisini benimsemiş görünüyoruz.
Okulları tatil ettik, gece kulüplerinde, AVM’lerde, spor salonlarında toplu faaliyetleri yasakladık. Çalışanları mümkün olduğunca evden çalışmaya, evlerinden çıkmamaya teşvik ediyoruz.
Peki bu tedbirlerin sosyal yansımaları neler olabilir?
Beklenecek en öncelikli gelişme insanların iletişim teknolojilerini daha ağırlıklı kullanmaya başlamaları olacak.
Cep telefonları, tabletler, bilgisayarlar, radyo ve televizyonlar daha yoğun kullanılacak, “sanal göç” olabildiğince hızlanacak.
Sosyal medya geçirilen zaman artacak, insanlar enformasyon çağının ve ağ toplumunun getirdiği tehditlere daha çok maruz kalacaklar.
Sahte, manipülatif haberler WhatsApp, Facebook, Twitter gibi platformlarda hızla yayılacak. Bir zamandır yaşadığımız “enformasyon terörü” daha büyük kitlelere ulaşacak.
Bu süreçte devletin tüm iletişim mecralarında şeffaf olması, doğru ve açık bilgiler vermesi çok önemli.
İnsanlar kendilerinden bir şeylerin saklandığını düşündükçe “yer altı” bilgi kaynaklarına daha çok itibar edeceklerdir.
“Filan kurumda görevli bir arkadaşım dedi ki” diye başlayan birçok asılsız dehşet senaryosu tedavüle girecek ve kitlelerce gerçek gibi algılanacaktır.
Buradan önemli siyasi ve sosyal çalkantılar doğabilir.
Yaşayacağımız süreç, millet olarak sadece corona virüsüyle değil aynı zamanda “iletişim virüsleriyle” de mücadele etmemiz gereken bir süreç olacak.