Mu’tezile “ayrılma” demek.
Sekizinci asrın Basra’sında bazı İslam âlimleri, temel inanç prensipleri konusundaki ana akım yorumlardan “ayrılınca”, onların tuttukları yeni yola, “ayrılanların yolu” anlamında “mutezile” ismi verilmiş.
İlk farklılaşma büyük günahları işleyenlerin dinden çıkıp çıkmayacakları konusunda olmuş.
O günden günümüze, Müslümanlar arasında daha yaygın kabul gören yoruma göre bir “Müslüman” alenen Allah’ın varlığını, birliğini reddetmedikçe, başka ne günah işlerse işlesin dinden çıkmış sayılmıyor.
Bir başka deyişle amellerimizin (yapıp ettiklerimizin), imanımızı etkilemeyeceğine, açıkça dinden çıktığımızı söylemedikçe, en büyük günahları işlesek de Müslüman kalacağımıza inanıyoruz.
Bu görüş, kişisel ve işlendikten sonra pişman olunup tövbe edilen günahlar için çok makul.
Başkalarının zarar görmesine yol açan günahları işleyen birinin de verdiği zararı tazmin edip, zarar görenlerden helallik alması halinde dinden çıkmayacağı ortada.
Hatalar biz insanlar için. Kimse mükemmel değil, melek değil… Elbette ki kusurlarımız olacak.
Ama ısrarla işlenen büyük günahlar mevzuubahis olduğunda mesele çetrefilleşiyor.
İnsanlara sürekli zulmeden, gaspla, hırsızlıkla veya uyuşturucu ticaretiyle para kazanan, yoluna çıkan insanları hunharca katletmekten geri durmayan, yalanı dolanı hayatının ayrılmaz bir parçası yapan, rüşvet yiyen, yetim malına çöken, iftirayı ve yalancı şahitliği meslek edinen kimselere, bunları yapmaya devam ettikleri halde hala “Müslüman” diyebilir miyiz?
Mesela bir otomobilin kaportası çizilse, tamponu düşse, silecekleri bozulsa o artık otomobil olmaktan çıkmaz. O halde de otomobil olarak kullanılabilir. Tamir edilip, kusurları giderilebilir.
Ama direksiyonu, farları, lastikleri, koltukları, elektrik aksamı sökülüp atılmış, motoru tamiri mümkün olmayan hasarlar görmüş, hurdaya çıkarılmış bir otomobile hala otomobil dememiz mümkün müdür?
Başka bir örnek: Bir futbolcu bazı maçlarda hızlı koşamasa da, topa güzel vuramasa da, iyi pas atamasa da onu futbolcu kabul ederiz.
Ama bir kişi “ben krampon giymem, forma giymem, antrenmana çıkmam, maç oynamam, koşmam, topa vurmam” dese, onu takımımızın futbolcu kadrosunda tutmaya devam edebilir miyiz?
Mu’tezile mezhebinin kurucusu Vâsıl bin Atâ bu problemin çözümü için, “iki konum/statü arasındaki üçüncü konum/statü” anlamına gelen “Menzile beyne’l-menzileteyn” kavramını ortaya atmış.
Israrla büyük günahları işlemeyi sürdüren kişi imandan çıkar ama inanç esaslarını inkâr etmediğinden küfre girmeyip “fısk” durumunda bulunur, eğer işlediği büyük günah için tövbe etmeden ölürse kafir olarak ölür demiş.
Yani bir kişi ne kadar büyük günah işlerse işlesin Müslüman kalır diyen Mürcie’ye de, büyük günah işleyen derhal dinden çıkar diyen Haricilere de uymayıp, iman ve küfrün arasında üçüncü bir “ara statü” olmalı demiş.
Bu kadim tartışmayı neden gündeme taşıdığımı merak edenler olabilir.
On iki asır önceden gelen itikadi yorumlardan biri, bugünün inananlarının tutumlarını belirliyor.
Müslümanların en büyük günahları işleseler bile dinden çıkmayacaklarına, hacca umreye gitmekle, vakit namazlarını kılmakla veya kadir gecesi yapılacak bir dua ile, olmadı son nefeste söylenecek bir tövbe cümlesiyle tüm günahlarından arınıvereceklerine inanması, büyük günahlara ve kul hakkına girmekten endişe etmeyen “Müslümanların” türemesine sebep oluyor.
Belki de Vâsıl bin Atâ’nın asırlar öncesinden gelen sesine kulak vermemiz lazım.
Belki de Müslümanlar büyük günahları bilerek ve ısrarla işlediklerinde artık mümin değil “fasık” sayılacaklarını, o şekilde ölürlerse “kafir” olarak öleceklerini, laftan ibaret tövbelerin, abartılı ibadetlerin, haram paralarla yaptırılan camilerin, “fasık” statülerini düzeltmeleri için yeterli olmayacağını, işledikleri büyük günahlara tamamen tövbe edip, mağdur ettikleri kimselerle helalleşmedikçe Müslümanlar arasında bir yerlerinin olmayacağını bilseler bazı şeyler değişirdi.
Ne dersiniz?