İnsanoğlu başkaları ile el ele verdiğinde, birlikte hareket ettiğinde tek başına asla başaramayacağı büyük işlere imza atabiliyor.
Belli bir hedefe doğru birlikte yürüyenlerin sayısı arttıkça, insanoğlunun önemli, derin, kalıcı değişiklikler yapma kabiliyeti artıyor.
Fakat birbirinden farklı gündemleri, eğilimleri, hevesleri, hedefleri olan fertleri bir araya getirip beraber çalışmaya ikna etmek kolay bir iş değil.
“Beraber iş yapmak” dediğimizde aklımıza evvela aile fertleri geliyor.
Uzun yıllar boyunca birlikte yaşayıp her şeyi birlikte yapan, birbirlerini çok yakından tanıyan az sayıda insanın ortak iş yapması kolay.
Dünyadaki şirketlerin %75’e yakını, ülkemizdeki şirketlerin %95’ten fazlası aile şirketi.
Birlikte iş yapmaya başlamak için aileler ideal!
Aile şirketlerinde genellikle kurucu olan “baba”, nihai kararları veren, anlaşmazlıkları çözen, çatlak sesleri susturan otorite figürü olurken evlatlar sadık, güvenilir, itaatkâr ve fedakâr çalışan rolünü üstleniyorlar.
Fakat işler büyüyüp, bir noktada aile mensuplarının sayıları veya nitelikleri yeterli gelmemeye başlayınca, aile dışından kimselerle ortaklıklar kurmak, profesyonel kabiliyetlerinden istifade edebilmek için “yabancıları” istihdam etmek gerekiyor.
“Aileden” olmayan kişilerle iş yapmak, ortaklık kurmak zorunda kalanlar, artık sevgi, güven, sadakat gibi hislerin yerine çerçevesi iyi çizilmiş yazılı kurallar, resmi “mukaveleler” ikame etmek zorundalar.
Bir işi kotarmak üzere bir araya gelen profesyonelleri sadece altına imza attıkları sözleşme maddeleri bağlıyor.
“Efradını cami ağyarını mani” şekilde yazılmış birliktelik kuralları çok önemli olmakla birlikte şirketlerin başarısını “ortakların” iş ahlakları, profesyonellikleri, sözleşmeye riayet kapasiteleri tayin ediyor.
Neredeyse tüm şirketlerin aile şirketi olmasından, insanımızın duygusallıktan olabildiğince uzak, “yazılı kurallar” çerçevesinde, profesyonelce iş yapmaya pek inanmadığını çıkarabiliriz.
Bu “inançsızlık” politikaya da aksediyor.
Pek çok seçmen, birbirinden farklı konum ve istikamet sahibi olan partilerin bir ortak payda bularak birlikte hareket edebileceklerine inanamıyor.
Koalisyon dönemleri, yönetim zaaflarının ülkeyi zor duruma düşürdüğü karanlık dönemler olarak hatırlanıyor.
Fakat farklı partilerin, halkın refah ve özgürlüklerini arttırma ortak paydasında buluşarak beraber siyaset üretebilmeleri, aslında demokrasinin olmazsa olmazı.
Demokrasi fikrinin temelinde “çoğunlukçuluk” (en çok oy alan partinin gündemini zorla diğerlerine dayatması) değil, “çoğulculuk” (farklı fikirlerin, eğilimlerin, bakışların sahiplerinin ülke yönetiminde söz sahibi olabilmesi) bulunuyor.
Bu da ancak mutabakatla, uzlaşmayla, şahısların ve cemaatlerin çıkarlarının ötesinde bir ortak paydada buluşmayla mümkün.
“Medeniyet”, birbirlerine, birbirlerinin kültürüne, duygularına, fikirlerine, inançlarına, hayat tarzlarına yabancı insanların, bir arada bulundukları şehirlerde, birbirlerine saygı ve tahammül göstererek yaşayabilmeleri ve -farklılıklarına rağmen- beraberce iş yapabilmeleri üzerine kuruluyor.
Bunun da temelinde duygularla hareket etmekten ziyade rasyonel toplumsal sözleşmelere riayet yatıyor.
Kırdan, taşradan şehre geldiği halde “medeni” hayatı ve düşünce tarzını benimseyememiş, aklı ancak köylerde mümkün olabilecek bir duygusal birliğin lüzumunda takılı kalmış kimseler, ister istemez şehirlerde kendi gettolarını kuruyorlar. “Ötekileri” düşmanlaştırıyor ve onları ezmek, sindirmek, baskı altında tutmak için güç toplama savaşına girişiyorlar. Bu tavırlarını, eğer bunu yapmazlarsa “düşmanlarının” kendilerine aynısını yapacağı inancıyla meşrulaştırıyorlar.
Medenileşmeye adeta direnen eski nesil için belki de yapılacak çok bir şey yok.
Ama onların şehirlerde doğup yetişen çocukları, babalarının taşralı takıntılarını, herkesi kendi köylüleri gibi düşünmeye mecbur etme “davalarını” sürdürmeyeceklerdir.
Yeni nesil er veya geç, hayatın zorluklarıyla başa çıkmak için yabancılarla sırt sırta, omuz omuza vermeyi, onlarla duygulardan ziyade profesyonel sözleşmeler temelinde iş yapmayı öğrenecektir.