Son yılların en dikkat çekici bilimsel gelişmelerinden biri, nörolojik implantlar vasıtasıyla hayvanların davranışlarının kontrol edilebilmesi üzerine yapılan deneyler.
Bilim insanları, farelerin, hamam böceklerinin, kaplumbağaların, güvercinlerin ve maymunların beyinlerine yerleştirdikleri küçük implantlarla hayvanların davranışlarını yönlendirmekte önemli aşamalar kaydettiler.
Hayvanları sanki uzaktan kumandalı bir oyuncak araba gibi yönetebiliyor, onlara istediğimizi her şeyi yaptırabiliyoruz.
Hayvanın hareketlerini kontrol etme deneyleri kabaca şu şekilde yapılıyor: Önce elektriksel ya da kimyasal yöntemlerle hayvanın beynine, gidebileceği yönlerden sadece birinin açık olduğuna dair bir mesaj veriliyor. Yani ona sanal bir “at gözlüğü” takılıyor. Böylece kobay, arkası, sağı, solu kapalı bir tünelde olduğunu sanıyor.
Hayvan güya açık olan tek yöne yönelince bu sefer beyninin ödül mekanizmasını oluşturan merkezleri yine aynı yöntemlerle tetikleniyor. Böylece hayvanın güya aldığı karardan, “seçtiği” tarafa gitmekten dolayı haz duyması sağlanmış oluyor.
Bu deneyler aslında meşhur Rus fizyolog Ivan Pavlov’un “klasik şartlanma” deneylerinin biraz daha ileri taşınması olarak görülebilir.
Pavlov, sistematik olarak belli hareketleri ödüllendirilen köpeklerin şartlandırmayla arzulanan şekilde davranmak üzere eğitilebileceğini ispatlamıştı.
Son zamanlardaki gelişmeler, bu ödüllendirme (ve şartlandırma) işinin artık beyne, sinir sistemine “doğrudan” nörolojik müdahalelerle yapılabileceğini gösteriyor.
Bu deneyler aynı zamanda zihin kontrolü ve hür irade tartışmalarını da beraberinde getiriyor.
Arthur Schopenhauer, “Makaleler ve Aforizmalar” isimli eserinde, “İnsan istediğini yapmakta hürdür fakat ne isteyeceğini öngörmek insanın elinde değildir” der.
Herhalde kendilerine sorma imkanımız olsaydı, hareketleri kumanda edilen, komutlarla sağa sola sevk edilen, merdiven tırmandırılan deney hayvanları, nasıl hareket edeceklerini kendi hür iradeleriyle seçtiklerini, vermiş oldukları kararlardan son derece memnun olduklarını söylerlerdi.
Acaba bizler de, çok benzer bir yanılgı içinde değil miyiz?
Siyasi, dini, ahlaki konularda “hür irademizle” karar aldığımızı sanırken aslında sürekli manipüle edilmiyor muyuz?
Üstelik öyle implantlar falan da olmadan!
Bireyselliğin değil toplumsallığın ön planda olduğu toplumlarda bu manipülasyonları yapmak çok daha kolay.
Deney hayvanlarında kullanılan zihin kontrol yöntemleri, varlıklarını ancak içinde bulundukları sosyal toplulukla (cemaatle) anlamlandırabilen, sosyal çevresinin etkisiyle hareket eden, bireysel farklılıkları dışlayan ve içinde bulunduğu toplulukla uyumu her şeyin önünde tutan insanların üzerinde daha etkili.
Güçlü grup aidiyetleri, insanların düşünebilecekleri, araştırabilecekleri, değerlendirebilecekleri alternatifleri sınırlıyor.
Bir ideolojik grubun mensubu olmak, diğer müntesiplerle aynı at gözlüğünü takmayı gerektiriyor.
Yankı odasına hapsolan bir kişi için, müntesibi olduğu cemaatin inançları ile uyumsuz iddia ve belgeleri ortaya koyan tüm kitaplar, dergiler, gazeteler, televizyonlar, internet siteleri ve kişiler adeta görülmez, görülse de kaale alınmaz oluyor.
Cemaat mensupları, başkalarının ne düşündüğünü merak bile etmez hale geliyorlar.
Tıpkı beynine müdahale edilmiş bir deney faresinin, her yanı açık bir alanda gidecek tek bir yönden başka hiçbir yön olmadığını zannetmesi gibi.
Mecburen sevk edildiği yöne doğru adım atan kişi, grubu tarafından alkışlanıyor, “like” alıyor, paylaşılıyor. İşte bu da o kişinin beyninde ödüllendirme mekanizmasını tetikliyor. Kişi hür iradesiyle(!) en doğru kararı verdiğine inanmaya başlıyor, tarihin doğru tarafında durduğu için kendisiyle gurur duyuyor, alternatif yönlere karşı iyice körleşiyor.
Neticede sosyal varlıklarız ve çevremizden etkileniyoruz. Ancak, bu etki bizi birer deney faresine dönüştürmemeli. Özgürlüğümüzü korumak için farklı fikirlere açık olmayı, eleştirel düşünmeyi ve bazen “cemaatimizle” ters düşmekten korkmamayı öğrenmek zorundayız.