Şirket” kelime anlamı itibarıyla “ortaklık” demek. Hatta Allah’a ortak koşmak anlamındaki “şirk” kelimesi aynı kökten geliyor.
Şirket kurmak iki ya da daha çok ortağın ticaret veya üretimde rekabetçi olup ayakta kalabilmek için sırt sırta verip bilgilerini, tecrübelerini, itibarlarını, kabiliyetlerini, enerjilerini ve sermayelerini birleştirmesi demek aslında.
Maalesef ortaklık kültürü konusunda millet olarak sicilimiz hiç parlak değil.
Ömrü elli yıla, yüz yıla varabilen şirketlerimizin sayısı çok az. Türkiye’de şirketlerin sadece yüzde onu ikinci nesile devredilebilirken, üçüncü nesile devredilebilen işletme sayısı ise sadece yüzde iki. Aile şirketleri bile, kurucu babaların ölümünden sonra uzun süre ayakta kalamıyor, ortaklar arasında çıkan ihtilaflar sebebiyle dağılıp gidiyorlar.
Ortaklık yapmayı beceremiyoruz. Güçlerimizi birleştirmek yerine hep “yalnız kovboy” olmayı tercih ediyoruz.
MÜSİAD’ın 2007 yılında yayınladığı “Ortaklık Kültürü” isimli kitapta konu enine boyuna masaya yatırılmış.
KOBİ’lerin yüzde 98’ine yakının aile işletmesi olduğunun altı çizilerek bunların gerçek bir ortaklık bile sayılamayacağı söyleniyor. Zira bu KOBİ’lerimiz, -ataerkil aile yapısı gereği- ortaklardan yaşça büyük olanların daha özgür ve yetkili olduğu, profesyonelce yönetilmeyen, kurumsallaşamamış, son derece kırılgan yapılar.
Sağlam bir ortaklığın kurulabilmesi için gerekenler, ortakların birlikteliklerini sağlam bir hukuki zemin üzerine kurmaları, zihinsel uyuma sahip olmaları, aynı dili konuşmaları, çıkması kaçınılmaz anlaşmazlıkları gidermek için çabalamaları gibi başlıklar altında toplanmış. Ortaklıkların yürümemesinin temel sebeplerinden birisi “sistemsizlik ve gelişigüzellik” olarak tespit edilmiş.
***
Ortaklık yapamayışımızın, özellikle bahsedilen “sistemsizliğin” altında sosyolojik sebepler var.
Profesyonel ticaret, sağlam bir hukuk alt yapısının olmadığı yerde gelişmiyor.
Hukuk, herkese âdil şekilde uygulanacak kurallara ve sözleşmelere dayanıyor.
Sözleşmeler ise ancak tarafların resmi olarak belirlenen şartlara uyumunu garanti eden, ihlal halinde tarafları cezalandıracak âdil bir otorite varsa anlam kazanıyor.
Hem şirketlerin içindeki (yani ortaklar arasındaki) hem şirketler arasındaki hem de şirketlerle devlet arasındaki sözleşmelerle ilgili olarak çıkacak ihtilafların âdil bir şekilde çözülmesi şart.
Devletin bu fonksiyonu, ancak uzmanlaşmış çalışanlar (bürokrasi) üzerinden icra edebileceği çok açık.
Bu altyapıyı doğru düzgün tesis edebilmek, ancak gerçekten şehirlileşmiş toplulukların harcı.
Kırsalda bu sayılan gerekliliklerin çoğu anlamsızdır. Köylü topluluğun böyle sofistike ihtiyaçları yoktur.
Kırsalda kalıcı sözleşmeler değil geçici uzlaşmalar esastır.
“Köprüyü geçinceye kadar” mecburen kurulan ortaklıklar için gereken güven duygusu “kan bağında” aranır.
Gücünün yettiğini düşünen herkes adaleti kendi başına sağlamaya çalışır. İhtilaflar kolayca kan davasına evrilir.
Ancak yakın akrabalarına güvenebileceklerine inanan köylüler için dürüstçe hesap tutmak, tüm ticari hareketlerini kayıt altına almak, resmileştirmek zor, sıkıcı ve gereksizdir, zaman kaybıdır, hatta tehlikelidir.
“Kurnazlık”, “kuralların arkasından dolanmak”, “yakalanmadan ihlâller yapabilmek”, “yakalanınca asgari zararla paçayı kurtarabilmek” en önemli beceridir. Sistematik, sağlam, inkârı mümkün olmayan kayıtlar tutmak, bu “becerileri” zaafa uğratacağından istenmez.
***
Ortaklık yapamıyoruz. Çünkü her ne kadar artık şehirlerde ikamet ediyor olsak da henüz şehirli değiliz.
Hesap kitap yapmayı, şeffaf, hesap verebilir olmayı hem bilmiyoruz, hem sevmiyoruz.
İş bölümüne, uzmanlaşmaya, eşit şartlarda yardımlaşmaya inanmıyoruz.
Köylü kurnazlığıyla, sözleşmelere riayet etmeyi ancak kendimizi zayıf hissettiğimizde önemsiyoruz. Güçlendiğimiz anda, o bir zamanlar kendimizi güvende hissetmek için yapıştığımız kurallar, güneş gören bir buz parçası üzerine yazılmış yazılar gibi silinip gidiveriyor.
Bunun değişmesi için herhalde en azından bir iki neslin değişmesi gerekiyor.