José Saramago (1922-2010) Portekizli bir yazar. 1995’te yayımladığı “Körlük” adlı romanla dünya çapında tanınmış. 1998’de Nobel Edebiyat ödülüne layık görülmüş. Romanlarında hayli provokatif bakış açıları sunuyor. Değişik bir üslubu var.
İtiraf etmek gerekirse, “Körlük” romanını okumaya başladığımda, önce kötü bir tercümeye denk geldiğimi düşünmüştüm. Sonra romanın başka bir tercümesine ve İngilizcesine göz atınca, cümlelerin uzadıkça uzamasının, soru işareti, tırnak, ünlem gibi noktalama işaretlerinin kullanılmamasının, diyalogların sadece virgül ve noktayla ayrılarak arka arkaya dizilmesinin, Saramago’nun kendine has üslubundan kaynaklandığını anladım.
“Körlük” oldukça sarsıcı bir roman. Sıradan bir vatandaşın durup dururken kör oluvermesi ile başlıyor. Fakat bu vatandaşın körlüğü, “bulaşıcı” bir körlük. Salgın bir hastalık gibi yayılıyor. İnsanlar, genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir fark etmeksizin teker teker kör olmaya başlıyorlar.
Bu körlüğü bilinen körlükten ayıran, insanların karanlık yerine aydınlıkla kör olmaları. Gönderme aşikâr: Orwell’in tasavvur ettiği yokluktan değil, Huxley’in tasavvur ettiği bolluktan mütevellit bir körlük bu.
Hastalığın sebebini yahut tedavisini bulamayan, büyük bir hızla yayılmasını engelleyemeyen otoriteler, kör olan insanları büyük bir akıl hastanesinde karantina altına almaya karar veriyorlar.
Romanın bundan sonraki kısmı gerçekten rahatsız edici tasvirlerle dolu. Hastane, adeta “insan insanın kurdudur” sözünü doğrulamak için kurulmuş bir sahneye dönüşüyor.
Gözleri gördüğü halde yardım etmek için körlerin içinde kalan tek kişi, diğerleriyle birlikte zulme uğramaktan kendini kurtaramıyor.
Askerlerin kapısında nöbet tutup dışarı çıkmaya kalkanları vurduğu, artık bir hapishaneye dönüşen hastanenin kör sakinleri, dayanışma gösterip, içinde buldukları berbat durumda hayatta kalabilmek için organize olmaya çalışmak yerine birbirlerine düşüyorlar.
Thomas Hobbes’un tasavvur ettiği “doğa hâli” gerçekleşiyor.
Hobbes’a göre akıl ya da ahlâkî prensipler, insan iradesi üzerinde hiçbir etki yapmaz. İnsanı peşinde sürükleyen, menfaat, haz elde etme isteği, acıdan, zorluktan kaçınma arzusu gibi hislerdir. İnsan davranışının temelinde “hayatta kalma arzusu, varlığını devam ettirme isteği” yatar. İnsanın en büyük korkusu, ölüm korkusu olduğu için insandaki en temel dürtü, ondaki arzu ve nefretlerin nihaî amacı, hayatta kalmaktır. Bu sebeple sürekli olarak ayakta kalmak ve varlığını korumak isteyen insanın bunu sağlamak için peşine düşeceği tek şey vardır: Güç. Daha fazla güç. Geri kalan herkesi korkutup, kendine boyun eğdirecek kadar güç.
Saramago’nun romanında, ellerine silah geçirip körler arasında “gücü” elde eden küçük bir grup, geri kalan körleri soyuyor, aç bırakıyor, her açıdan acımasızca istismar ediyor.
Öylesine karanlık bir tablo ki bu!..
Saramago’nun alegorisinde yakaladığım göndermeleri birkaç iktibasla aktarmak istiyorum:
Korkunun modern insanı zaten kör etmiş olması:
“Korku, insanı kör eder, dedi koyu renk gözlüklü genç kız, Haklısınız, gözlerimiz görmemeye başlamazdan önce bizler zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti, aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek.” (s. 149)
Umudu yitirmenin insanı körleştirmesi:
“Aslında körlük biraz da bu: Hiçbir umudun kalmadığı bir dünyada yaşamak.” (s. 233)
İktidarı elde etmenin insana erdem kazandırmaması:
Papaz giysisi giymekle papaz olunmadığı gibi, eline asa almakla da kral olunmaz, bu gerçeği hiç unutmamak gerekir. (s. 233)
İnsanın kendi eliyle yarattığı puta tapar hale gelmesinden mülhem bir yabancılaşma:
“insan aklı kendi yarattığı canavarlara teslim olacak kadar ileri gidebiliyordu” (s.255)
Post-modern nihilizme gönderme:
“Başımızda bir hükümet vardır herhalde, dedi birinci kör, Sanmıyorum, olsaydı bile körleri yöneteceğini ileri süren körlerden oluşmuş bir hükümet olurdu, yani hiçliği düzenlemek isteyen bir hiçlik.” (s. 282)
Menfaatlerinden başka değer tanımayan, iyilik, güzellik, adalet, hakikat karşısında körleşen, insanın nasıl insanlıktan çıkacağını anlatan “Körlük” romanını herkese tavsiye ediyorum.