İnsanoğlu, -sanılanın aksine- istikametini aklı ve mantığıyla belirlemiyor.
Dümendeki asıl kaptan “hislerimiz”.
Kaderimizi ellerine emanet ettiğimiz en temel iki his ise korku ve ümit.
Mutasavvıflar bunlara havf ve reca diyorlar.
İnsana bir şeyler yaptıran ve onu bir şeyleri yapmaktan alıkoyan ana hisler bunlar.
Kimi insanda korku hissi daha ağır basıyor, kimisinde ümit.
Hayatı neredeyse tamamen korku ve endişelerle şekillenen pek çok kimse var.
Bu tür insanların ömürleri, “ya okuyamazsam, iş bulamazsam, eş bulup yuva kuramazsam, fakir düşersem, servetimi yitirirsem, işsiz kalırsam, hapse düşersem, iftiraya uğrarsam, bana kol kanat gerecek kimseler bulamazsam, beni evimden atarlarsa, döverlerse, soyarlarsa, dolandırırlarsa, öldürürlerse,” türünden, bin bir türlü kaygı içinde geçiyor.
Korkuları onları sürekli bir emniyet ve istikrar arayışına sevk ediyor.
Gözleri “bir şeyimi kaybettim mi” endişesiyle genellikle artlarında, akılları dünde oluyor.
Bazılarının hayatını belirleyen ana duygu ise ümit!
Böyle insanlar da, “elbet, her yeni gün bana yeni kısmetler getirecek; bakalım karşıma ne imkânlar çıkacak, Allah neler nasip edecek, önüme gelen fırsatları değerlendirmek bana hangi yeni fırsatların kapısını açacak” diyerek yaşıyorlar hayatlarını.
Ümitleri onları sürekli risk almaya, yeni şeyler denemeye, yeni maceralara atılmaya sevk ediyor.
Gözleri her dem taze ümitlerle ufuklarda, akılları yarınlarda oluyor.
Maalesef bizim toplumumuzda daha ağır basan his “korku”.
Hemen her şeyden ve herkesten korkuyoruz.
İç ve dış güçlerden, ihanete uğramaktan, aldatılmaktan, kazanımlarımızı kaybetmekten, zarara uğramaktan, yok edilmekten ödümüz kopuyor.
Sahip olduğumuzu zannettiğimiz emniyet ve istikrarımızı muhafaza edebilmek için, her daim sığınacağımız, her zaman bizi himaye edecek bir güç arıyoruz.
Memurluğun ülkemizde bu kadar revaçta olmasının, bu kadar arzu edilmesinin ardında biraz da bu derin korkular yatıyor.
Çünkü risk almadan, konfor alanının dışına çıkmadan yaşanabilecek muhkem bir kale gibi görülen memuriyet, korktuklarımıza karşı hem emniyet, hem istikrar, hem himaye sağlıyor.
Ülkemizde bireyin, ancak toplumsal yapılar içinde var olabilmesi de korkuyla yakından alakalı.
Cemaatler, tarikatlar, hemşeri dernekleri, siyasi partiler, korktuklarımızdan emin olabilmek için fırtınalı denizde sığındığımız selamet sahilleri.
Tabi bu sığınmanın ağır bedelleri var: Şartsız teslimiyet ve sadakat, verilene razı olma, fikir ve vicdan hürriyetinden taviz, yanlışları görmezden gelme, haksızlıklar karşısında susan şeytanlara dönüşme mecburiyeti…
Gel gör ki korkunun ecele faydası yok!
Hayatımızı korkular içinde yaşasak da yaşamasak da ecel gelip bizi buluyor.
Hayatı tüm risklerden arındırılmış, dikensiz bir gül bahçesi yapma çabası, beyhude bir çaba.
Yanlış kararlar vermekten, hata yapmaktan ölesiye korkanlar hantallaşıp, kımıldayamaz hâle geliyorlar.
Halbuki, korkular içinde kös kös oturup, neredeyse bitkisel bir hayat sürmek yerine yeni şeyler denemek, başarısızlığı, tehlikeleri, zarar görmeyi göze alıp yeni maceralara atılmak gerek.
Hayat, EKG grafiğine benziyor: Eğer bir insanın hayatında iniş çıkışlar yoksa, hayatı tamamen istikrarlı, dümdüz bir çizgi şeklinde ilerliyorsa, bu o insanın daha yaşarken öldüğü anlamına geliyor.
İnsanın biraz yorulmayı, biraz terlemeyi, hatta biraz kanamayı göze alıp, hayatın iniş ve çıkışlarına meydan okuması gerek.
Ümitlerinin peşinde yeni ufuklara yelken açanlar, denizden, fırtınalardan korkarak geride kalanlardan daha kaliteli, daha zevkli, daha dolu, daha verimli, daha “yaşamaya değen” hayatlar yaşıyorlar.
Hiç lunaparka gidilip “hafazanallah düşer müşeriz, ayağımız yerden kesilmesin” diye düşünerek atlıkarıncaya bile binmeden geri çıkılır mı?
Çarpışan arabalara binip sarsılmak, hız trenine binip savrulmak, korku tüneline girip korkularla yüzleşmek gerek.
Bir kere gelinen hayatı, hak ettiği gibi yaşayıp tadını çıkartmak, “kayda değer” bir ömür sürmek için, “korkuyu” hayatın dümeninden indirip yerine “ümidi” geçirmek gerek.