Yıllar önce, dünyanın en önde gelen bilişim danışmanlığı şirketlerinden birinin Almanya ofisinde işe girmiştim. Şirket, yeni işe başlayan tüm çalışanlarını Şikago’daki tesislerinde on beş günlük bir eğitim ve oryantasyon programına alıyordu. Kendimi bir anda Amerika’da, dünyanın dört bir yanından gelenlerin oluşturduğu kalabalık ve son derece kozmopolit bir grubun içinde buldum.
Amerikalısı, Kanadalısı, Almanı, Fransızı, İngilizi, Meksikalısı, Singapurlusu, İsviçrelisi, Hintlisi, Nijeryalısı, Çinlisi, Macarı, Rusu hep oradaydı. Neredeyse her milletten temsilciler vardı. Bir Kızılderili arkadaşım bile olmuştu!
Benzer oryantasyon programlarını uzunca bir zamandır yürüten şirketin tecrübeli program sorumluları, Şikago’daki devasa tesislere varıp yerleşir yerleşmez hepimizi büyük bir salona topladılar. İlk iş olarak, oradayken uymamız gereken kuralları anlatıp birtakım ikazlarda bulundular.
En önemli ikaz şuydu: “Burada çok farklı milletlerden, değişik kültürlerden insanlarla bir arada bulunuyorsunuz. Temas edeceğiniz insanların farklılıklarını hiç aklınızdan çıkartmayın. Özellikle vücut dilinize dikkat edin. Sizin kültürünüzde son derece normal, sıradan olan birtakım jestler, hareketler başka kültürlerde ağır hakaret anlamı taşıyabilir. O yüzden iletişimde vücut dilinizi kullanmamaya gayret gösterin. Etrafınızdakilerin inancına, deri rengine, etnik kökenine dair yorumlar ve espriler yapmaktan kaçının. Bir hakaret olarak algıladığınız bir davranış görür, bir söz işitirseniz farklı kültürlerden insanlarla temas ettiğinizi hatırlayın. Karşınızdaki kişinin hareketi ya da sözü algıladığınız anlama gelmiyor olabilir!”
O zaman, çok kısa bir süreliğine olsa bile böyle kozmopolit bir birlikteliği kurup, ahenk içerisinde sürdürmenin ne kadar zor olduğunu görmüştüm.
Hepsi akıcı İngilizce konuşan, ülkelerinin en iyi okullarında okuyup mezun olmuş, yaşları birbirine oldukça yakın ve İK profesyonelleri tarafından birtakım sınavlara tabi tutularak tek tek seçilmiş kişilerdik. Buna rağmen, on beş günlük beraberliğimizde çatışmalar yaşanmaması için gereken birçok kural belirlenmiş, uyarılar yapılmıştı.
Ülkenin değişik coğrafi bölgelerinden, kültürleri, inançları, anadilleri farklı insanlara ev sahipliği yapan “metropoller” de böyle “çok farklı kimliklerin” belli kurallar çerçevesinde temasını gerektiren yapılar.
Büyük şehirlerde her sabah milyonlar, doğulular ve batılılar, Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkesler, alevîler ve sünnîler, dindarlar ve dinsizler olarak aynı hayat sahnesini paylaşmak üzere evlerinden çıkıyorlar.
Apartmanda komşuluk yapanlar, otobüslerde, metrolarda, vapurlarda beraber seyahat edenler, iş yahut okul ortamlarında bir araya gelenler hep başka başka kültürlerin, inançların, coğrafyaların temsilcileri.
Şehir, “yabancıların” bütün farklılıklarına rağmen bir arada yaşadıkları, bir işi yapmak için dayanışma sergiledikleri bir yer.
“Medeniyet” kavramı Arapça şehir anlamına gelen “medine” kelimesinden türüyor.
Bir tarafıyla “medeniyet” aslında bir ideal, bir iddia, bir meydan okuma!
Çeşitli rasyonel sözleşmeler yaparak, ortak paydaya ulaşmak için verilmesi gereken tavizleri tanımlayarak, “yabancıları”, bir arada, güvenlik, özgürlük ve ahenk içinde yaşatma iddiasının adı.
Adaletin olmadığı, hukukun üstünlüğünün sağlanmadığı bir yerde medeniyetten bahsedemeyiz.
Farklı dini inançlara, farklı etnik mensubiyetlere, farklı hayat tarzlarına saygı gösterilmeyen “tek tipçi” bir düzenden medeniyet çıkmaz.
Gücü elinde tutanların, kendilerininkinden farklılaşan görüş ve anlayışların sahiplerini hain ya da düşman belleyip gördükleri yerde yok etmeye çalıştıkları bir vasatta medeniyet inşa edilemez.
“Güç başkalarının elindeyken onlar bana zulmettiler, bugün güç benim elimdeyse ben de onlara zulmeder ve gücü kaybetmemek için -isterse gayri ahlâki olsun- ne gerekirse yaparım” diye düşünen ilkel bedevi kafası bir medeniyet falan üretemez.
Ancak kendileri gibi düşünmeyen, inançlarını, siyasi görüşlerini paylaşmayanların bile hukukunu gözetebilenler bir medeniyet kurabilirler.