İngiltere’yi 1979’dan 1990’a kadar yönetmiş olan muhafazakâr başbakan Margaret Thatcher bir konuşmasında şöyle demiş:
“İster faşist ister komünist olsun, bir diktatörlükle, özgür bir toplum arasındaki ayırt edici işaret, bizimki gibi özgür bir toplumun değerlerinin devletten değil dinden gelmesidir. Elbette ki Hıristiyanlık mesajının kalbinde, her insanın seçme hakkına sahip olması ve her seçimiyle karakterini geliştirmesi vardır. Eğer hayatınız kolaysa, yeni meydan okumalardan kaçınma eğiliminde olursunuz. Ancak kendinizden daha büyük bir şeye inanıyorsanız zorluklarla yüzleşirsiniz.”
Thatcher’ın, özgürlük, hayatın zorlukları ve inanç arasında kurduğu bu irtibat, bana çok ilgi çekici geldi.
İslamiyet’te de altı kalın çizgilerle çizildiği halde pek dikkate almadığımız benzer bir prensip var: Hiçbir dünyevi otoriteden yardım istememek!
Kıldığımız her namazın her rekatında, Fatiha suresinde geçen “iyyake na’budu ve iyyake nastain” ifadesini tekrarlıyoruz: “yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz”.
Maalesef çoğumuz ne dediğini bilmiyor, bilenlerimiz de üzerine düşünmüyor.
Allah’tan başkasına kulluk etmekle, Allah’tan başkasından medet umup yardım istemek arasında sıkı bir irtibat var.
Birilerinin, hayatımızın zorluklarını hafifletmek üzere “yardımımıza koşması” hepimizin hoşuna gidiyor.
Ama bu “yardımı” kabul etmenin gizli ve çok ağır bir faturası var: Hürriyetimizin kısıtlanması.
Karşılaştığımız zorluklarla başa çıkmamız için yardım sunan eller, bizi kendilerine bağımlı kılıyor.
Bize kamyon kamyon yardım erzakı taşıyanlara, göstermelik işler yaptırıp yüksek maaşlar verenlere, hastane masraflarımızı karşılayanlara karşı minnetimiz bağımlılığa, bağımlılığımız da “köleliğe”, “kulluğa” eviriliyor.
Bazıları, “Bu âdil bir alışveriş sayılır: Bu kadar büyük yardımları lütfeden velinimetimiz isterse hürriyetimizin bir kısmından neden vazgeçmeyelim ki” diye düşünüyor.
Fakat bu düşünce, yardım ve himaye görmeden bir hayat süremeyecekleri vesvesesini kalplerine yerleştirip, neticede onları devletin, siyasetçinin, zenginin, ruhbanın kulu, kölesi haline getiriyor.
Bu düşünce, onların dişlerini, tırnaklarını söküyor, haksızlıklara, adaletsizliklere, yanlışlara karşı çıkma kapasitelerini yok ediyor.
Allah’tan başkasından medet ummak, şirk kapısının kanatlarını ardına dek açıyor.
Bir bakıyoruz ki, bize doğru yolu göstersinler diye peşlerine düştüğümüz hocalar, başımız dara düştüğünde ölüp gitmiş insanları ya da kendilerini yardıma çağırmamızı salık vermeye başlamışlar.
Bir bakıyoruz ki, hakikat yolculuğunda dayanışma için kendi ellerimizle vücuda getirdiğimiz, yahut kendi hür irademizle dahil olduğumuz ama sonra onlarsız adım bile atamayacak hale geldiğimiz cemaatlere, örgütlere ve başlarındaki liderlere kutsiyet atfetmeye başlamışız.
Bir bakıyoruz ki kendi oylarımızla iktidara getirdiğimiz siyasi partilerin liderleri önünde, bir memuriyete kapak atabilmek, yüksek makamlara mevkilere yükselebilmek, kârlı ihaleler koparabilmek için boyun büker, el öper olmuşuz.
Bir bakıyoruz ki, himayesini umup şerrinden korktuğumuz, sorgulayıp hesap soramadığımız, adını da büyük harfle yazmaya başladığımız “DEVLET” diye bir korkunç bir tanrıya tapar hale gelmişiz.
İşte unutup gaflete düşmeyelim diye günde kırk kez Allah’ın huzuruna çıkıp “yalnız senden yardım dileriz” sözünü tekrar etmemizin sebebi bu.
Kurda “boynun neden kalın” diye sormuşlar “kendi işimi kendim yaparım da ondan” demiş.
Her yardım teklifinin, yanında görünmez prangalarla birlikte geldiğini anlamamız lazım.
Diyojen gibi, “sana ne vereyim, benden ne istersin” diye soran kudretli hükümdara “gölge etme başka ihsan istemem” demeyi, Nesimi gibi, “Rızkımı veren Hüda’dır, kula minnet eylemem” demeyi öğrenmemiz lazım.
Gerçek özgürlük, kendi ayaklarımız üzerinde durabilme cesaretinde yatar.
Hayatın zorluklarıyla yüzleşirken, sadece kendi çabamıza ve inancımıza güvenmek, bizi sahte ilahların boyunduruğundan kurtarır, özgürleştirir.
Bu, kolay bir yol değildir; ancak insanlık onuruna yaraşan tek yoldur.