Her ne kadar ‘halkçı belediyecilik’ olarak sunulsa da ben bu uygulamayı ekonomik ve sosyal açıdan yanlış buluyorum.
Neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışayım.
Diyelim ki bir lokantada bir yemeği üretip müşterinin önüne koymanın maliyeti yüz lira olsun.
Lokantacı bu yemeği ülkenin en üstteki yüzde onluk dilimde yer alan ultra zenginlere bin ya da bin beş yüz liraya satabiliyorsa, satar. Talep varsa arzı oluşturur. Bu şekilde belki kendisi ikinci yüzde onluk kesime yükselir, daha kalifiye çalışanlara daha iyi ücret verir, sıhhatli bir servet dengeleme olur.
Parası olan olmayan herkes illa o restoranda o yemeği yiyecek diye bir şart yoktur!
Her zaman, lüks ve pahalı otellerde kalmak, tatil için çok pahalı seyahatlere çıkmak gibi daha zengin olanların ayrıcalığı sayılacak faaliyetler olacaktır.
Biraz daha kenar semtlerde ikinci sınıf restoranlar aynı yemeği, nispeten daha düşük gelirli müşterilerine 300-400 liraya satabiliyorlarsa satarlar. Satamıyorlarsa, zarar etmemek için fiyatlarını biraz daha aşağı çekerler. Piyasanın görünmez eli doğru fiyatı ayarlayacaktır.
Asgari ücretle çalışanların yoğun yaşadıkları semtlerde, mahallelerde aynı yemek belki 150-200 liradan satılacak ama sürümden kazanılacaktır.
Yüz liraya mal edilen yemeğin fiyatının, mesela 115-120 lira gibi daha mütevazı kâr oranlarıyla satılmamasının sebebi, lokantacının aç gözlülüğü, kapitalistliği, ihtirası falan değil yüksek enflasyon ortamının yol açtığı öngörülemezliktir. Lokantacı, dünkü lokantacıdır. Sadece o yemeği sattığında kazandığı parayla ertesi gün yapacağı yemeğin malzemesini alamayacağından endişe etmektedir.
Şimdi gelelim belediyenin restoran açıp işletmesine...
Her şeyden önce belediye o yemeği kendi çalışanlarıyla yapmaya kalksa asla yüz liraya mal edemez! Belki iki, belki üç yüz liraya mal eder. Çünkü bir memurun verimliliği, asla serbest piyasa çalışanın verimliliğiyle yarışamaz. Bir kişinin yaptığı işi üç kişi ile yapar belediye.
Eğer işi kendi bünyesine katacağı memurlarla yapmak yerine taşere ederse bu sefer de yapılacak ihaleye (hangi parti olursa olsun) bir takım haksız kazançlar peşinde koşan partililer, aracılar girer. İhale sürecinde yer alan memurların arasında komisyon isteyenler türer. İşi alan taşeron, satış bedelinden bağımsız, kârlı bir sözleşme yapmak ister. O zaman, o yemeğin maliyeti belki dört beş katına, belki daha fazlasına çıkar. Ama tabi belediye, popülizm yapmak adına bu yemeği serbest piyasadaki maliyetine, ya da daha aşağısına satacaktır.
Peki bu durumda oluşan zarar nereden karşılanacaktır?
Elbette belediye bütçesinden.
Belediyelerin resmi gelirlerinin büyük kısmı, emlak vergisi, çevre temizlik vergisi, ilan ve reklam vergisi, inşaat ruhsatları, iş yeri açma ruhsatları için alınan harçlardan, su, kanalizasyon, atık toplama, otopark işletme gibi hizmetler için tahsil edilen ücretlerden geliyor.
Bunların hepsi, -lokanta çalışanları da dahil olmak üzere- halktan toplanan vergiler ve ücretler!
Lokanta sahibinden ve çalışanlarından toplanan vergilerle, onlara karşı haksız rekabet yaratacak bir işletme açmak, onları iflasa sürüklemek haksızlık.
Bir de bu gelirlerin, çoğu yerde belediyelerin masraflarını karşılamaya yetmediğini, seçimlerde el değiştiren belediyelerin devasa borçları ortaya dökülünce öğrendik.
Bunlar bizim adımıza alınan borçlar.
Belediyenin lokanta açmasını savunmak, siyasetçilerin vergilerimizi ve adımıza aldıkları borçları çarçur ederek bizi daha çok fakirleştirirken kendi propagandalarını yapmalarını ve yandaşlarını zenginleştirmelerini savunmak demek.
O lokantalarda fakirlerin, öğrencilerin, emeklilerin karınlarının doyması ilk bakışta herkese hayırlı ve doğru bir hizmet gibi görünse de orta ve uzun vadede o ihtiyaç sahiplerinin daha çok fakirleşmelerine yol açacaktır.
Belediyelerin yapacağı asıl hizmetin, meslek edindirme kursları ve istihdam programlarıyla ihtiyaç sahiplerini kendi ayakları üzerinde durabilir hale getirmek olduğunu düşünüyorum.