Cumhuriyetimiz, mühim kısmı İttihat ve Terakki partisi ideologlarınca oluşturulmuş, pozitivist, aydınlanmacı, Batıcı, modernleşmeci, ulus devletçi bir ideoloji üzerine kurulmuştur.
İttihatçılar ve mirasçıları, Batılılaşarak modernleşmeyi ve bir ulus devlete dönüşmeyi “mukadder” görüyorlardı.
Büyük kitlesel acılara sebep olan Ermeni tehciri ve Türk-Yunan nüfus mübadelesi gibi “temizlikler”, onlara göre ulus devletin kurulması için atılması gereken mecburi adımlardı.
Osmanlı Devleti’nin küllerinden Batılı bir ulus devlet yaratmak üzere yapılan devrim, her devrim gibi kendi çocuklarını yedi. “Karşı devrim” yapma potansiyeli taşıdığından şüphelenilen birçok “hain” öldürülerek, sürgüne gönderilerek ya da ev hapsine alınarak etkisiz hale getirildi.
Harici ve dahili “düşmanlarının” temizlenmesinden sonra vaat edilen “cennet” kuruldu.
Gel gör ki bu “cennet”, halkın büyük bir kısmı için daha çok “cehenneme” benziyordu!
Tek parti yönetimi, öykündüğü, hedef gösterdiği Batı demokrasilerine hiç benzemeyen bir rejim kurmuştu. Seçme ve seçilme hürriyeti, âdil seçimler, şeffaflık, bağımsız yargı denetimi, tarafsız ve hür mahkemeler, sivil toplum, basın hürriyeti gibi bileşenlerin hiçbiri yoktu. Öte yandan doğru dürüst kalkınma ve gelişme de yoktu. Halk işsizdi, eğitimsizdi, aç ve fakirdi.
Kemalist kadrolar bu durumu ya görmezden geldiler ya da inkâr ettiler. Yoğun propaganda ile hakikati örttüler.
Kurdukları rejim öylesine başarısızdı ki, 1950’den itibaren hızla büyüyen tepkiler karşısında onu bir bürokratik vesayet rejimine dönüştürerek görünürlüklerini azaltmak zorunda kaldılar. Ama kendi cennetlerini asla sorgulamadılar. Sık sık askeri darbelerle iplerin ellerinde olduğunu hatırlattılar.
Yaklaşık yarım asır süren yavaş bir ölümün ardından, “Siyasal İslamcılık İdeolojisi” tarafından tamamen tasfiye edildiler.
“Her iki dünyada da” cenneti vaat eden Siyasal İslamcılara göre Kemalist düzen âdil değildi, zorbaydı, Batı taklitçisiydi, faizciydi, kokuşmuştu. Halkı yasaklarla baskılıyor, yolsuzluklarla soyuyor, sahte vaatlerle yoksullaştırıyordu. Sonunun gelmesi kaçınılmazdı. Gelecek onlarındı, Allah nurunu tamamlayacaktı.
Siyasal İslamcılar da kendi armageddonlarını yaptılar. Önce Kemalist ideolojiyi sığındığı son kaleler olan askeri ve sivil bürokrasi içinden tasfiye ederek, sonra kendilerine tehdit gördükleri yol arkadaşlarını etkisiz hale getirerek cennetlerine ulaştılar.
Fakat… Onları da “cennetlerinde” beklemedikleri sorunlar karşıladı!
Evet, artık devletin tüm kurumlarını kontrol ediyorlardı, rektörler başörtülü kızlara selam duruyorlardı, sayısız okul İmam Hatip Lisesine dönüştürülmüştü, dindarlar arasında birçok ultra zengin vardı, Ayasofya ibadete açılmış, Taksim’e cami yapılmıştı.
Ama yolsuzluk da, yoksulluk da haksızlıklar da yerinde duruyordu. Kendilerini her gün yeni yasaklar koyarken buluyorlardı. Adalet sistemine, yargı bağımsızlığına güven kalmamıştı, eğitim sistemi, sağlık sistemi ve ekonomi çöküşe doğru gidiyordu. Halkta, ideolojilerine karşı bir güvensizlik ve huzursuzluk hissi yükseliyordu.
Bu tablo karşısında onlar da seleflerinin yaptığı gibi hakikati inkâr etmeyi seçtiler!
Şu an “ideolojik cennetteki inkâr safhasını” yaşıyoruz.
İdeolojik yönetim kadroları ve kesin inançlı takipçileri, önlerine yığılan adaletle, özgürlükle, ekonomiyle ilgili çok büyük problemleri görmezden geliyor, küçümsüyor ya da inkâr ediyorlar.
Ulaştıkları “İslamcı cennetinin ebediliğine” dair inançlarına gölge düşürmek istemiyorlar.
O yüzden de her türlü özeleştiriden, muhasebeden, reform düşüncesinden uzak duruyorlar.
Problemleri, kafalarını kuma gömerek atlatabileceklerini umuyorlar.
Eleştirenleri düşman, hain, ajan ya da en azından gafil ilan ederek eleştirilerin etkisini hafifletmeye çalışıyorlar.
Tarihi tecrübeler, bu “tedbirlerin” işe yaramadığını gösteriyor.
Korkunun da inkârın da ecele faydası yok.
Hayat yeni mecralar bulup akmaya devam edecek.
Mühim olan hatalarımızdan ders çıkarabilmemiz.
“Kaçınılmaz” diye satılan sahte cennetlerin akılsız alıcıları olmamayı öğrenebilmemiz.