İnsanlık tarihi boyunca hep mağdurlar, mazlumlar, ezilenler, haksızlığa uğrayanlar oldu.
İktidarın verdiği güçle sarhoş olup kendilerini bir “yeryüzü tanrısı makamında” gören Firavunlar, Nemrutlar ve modern dönemde Hitler, Stalin, Mao, Pol Pot gibi nice zorba, sayısız masum insanı ezdi, aşağıladı, tahammül edilemez işkencelere maruz bıraktı.
Ama yine tarih gösterdi ki en zalim, en kanlı iktidarlar bile önünde sonunda yıkılıyor. Gün geliyor devran dönüyor.
O zaman ne oluyor? Adaletsizliğe uğramanın ne kadar korkunç bir felaket olduğunu bizzat yaşayarak öğrenen mağdurlar, iktidar koltuklarına oturduklarında adaleti esas alan bir düzen mi kuruyorlar?
Maalesef genelde öyle olmuyor!
Zalimlerle mazlumlar yer değiştiriyor, ama adaletsizlikler bitmiyor. Kısır bir döngü, biteviye tekrarlanıyor.
Her daim güçlü olanın zayıfı ezdiği, kuralsızlığın ve zorbalığın her yerde kol gezdiği bu ilkel ve karanlık tabloyu değiştirmek çok zor.
Yeni kazandıkları güçle, dün kendilerine reva görülen zulmün intikamını almaya girişen mazlumların, düşmanlarına karşı acımasızlıkta sınır tanımadıklarını, zaman zaman kendilerine zulmetmiş olanlardan daha vahşi, daha gaddar, daha adaletsiz olabildiklerini görüyoruz.
İlkel kabile zihniyetiyle yaşayan, zekâ seviyesi fazla gelişmemiş ve cahil bireylerden müteşekkil topluluklarda bu döngüyü kırmak çok zor.
Çünkü bu tür bireyleri akıllarından ziyade hisleri yönetiyor. İntikam hissi de en kuvvetli hislerden.
Akıl yerini hınca bırakınca, ne rasyonalite, ne stratejik düşünce, ne de temeddün mümkün oluyor.
Bu fasit daireden çıkış için bedevilikten kurtulup medenileşmek şart.
Medenileşmek demek, kinini din edinen bedevi kafasından kurtulmayı başarmak demek.
Bir misal verelim.
Güney Afrika Cumhuriyeti’nde beyaz azınlığın, ırkçı ayrımcılık politikalarıyla uzun yıllar boyu siyah çoğunluğa yaptığı zulümler, tüm dünyada infiale sebep olmuştu.
Beyazların apartheid rejimi, Birleşmiş Milletler tarafından insanlığa karşı işlenen bir suç olarak tanımlanmış ve Güney Afrika, uluslararası toplum tarafından yaptırımlara maruz bırakılmıştı.
1994 yılında yapılan ilk demokratik seçimlerde, Güney Afrika'daki apartheid rejimine karşı mücadelesinden dolayı toplam 27 yıl hapis yatmış olan Nelson Mandela’nın öncülüğünde iktidara gelen siyahlar, beyazların kurduğu zalim apartheid rejimini yıktılar.
Senelerce zulüm görmüş, mağdur olmuş, intikamı alınacak sayısız şey biriktirmişlerdi.
Fakat onlar baltaları gömmeyi, intikamdan vazgeçmeyi ve Güney Afrika’yı tüm ırkların bir arada barış içinde yaşayabileceği bir “gökkuşağı ulusu” haline getirmeyi esas alan politikaları benimsediler.
Mandela, Güney Afrika'da toplumsal barışı sağlamak için çok büyük çaba gösterdi. İntikam, kin ve nefret duygularından arınmak gerektiğini sürekli vurguladı. Çünkü kan davasını sürdürmenin, rövanşist hislerle hareket etmenin, uzun vadede kimseye bir fayda getirmeyeceğini, bilakis ahlaki üstünlüklerini kaybettireceğini görebilecek kadar akıllı ve ahlaklı bir adamdı.
Onun bu bilgece tavrı sayesinde, Güney Afrika devlet başkanı Cyril Ramaphosa’nın 24 Eylül 2024 günü, BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında sarfettiği şu sözler dikkat ve saygı ile dinlendi:
"İsrail'in Filistinlilere yönelik uyguladığı şiddet, yarım yüzyılı aşkın süredir devam eden apartheidin karanlık bir devamıdır. Biz Güney Afrikalılar apartheidin ne olduğunu biliyoruz. Apartheid altında yaşadık. Apartheid altında acı çektik ve öldük. Başkalarına apartheid uygulanırken sessiz kalmayacağız ve seyirci kalmayacağız.”
Haksızlıklar, daha fazla haksızlık yaparak değil “adaletle” bertaraf edilebilirler.
Adalet ise intikamla değil, hakkaniyete uygun bir şekilde hakların teslimi ve hak ihlallerinin tazmini ile sağlanır.
Hepimizin bu basit gerçeği anlaması ve içselleştirmesi gerekiyor…
Ne kadar mağdur hissedersek hissedelim, insan haklarına saygılı, adaletin tesis edildiği, hukukun üstünlüğünün sağlandığı, tüm fertlerin özgür, mutlu ve huzurlu yaşadığı bir dünyanın kanlı intikam silahlarından saçtığımız kötülük üzerine kurulamayacağını görmek zorundayız.