Modern sözleşmenin insanlığa vaat ettiği refah, güç ve konforun pek de dile getirilmeyen bedeli, asırlar boyu hayata mana vermiş ilahi programlara inanmaktan vazgeçmekti.
Birbiri ardına gelen teknolojik buluşların hayatlarına getirdiği konfor ve verimlilik artışının sağladığı refah, insanların aklını başından almıştı.
İnsanlar, modern sözleşmeye coşkuyla imza atarken en altta karınca duası fontlarıyla yazılmış, “Tanrının öldüğünü, ve ondan boşalan tahta insanın geçtiğini kabul ediyorum” cümlesine pek de dikkat etmediler.
Halbuki değişen paradigmanın en önemli unsurlarında biri buydu.
Kadim dinlerin cenazesi kaldırılıyordu.
Modern insan, “hümanizm” dinini kabul ediyordu.
Artık insanlık iyiyi, doğruyu, güzeli kutsal metinlerde değil, kendi içinde bulacaktı.
Hayatın anlamı, ilahi mesajlar çerçevesinde değil, şahsi hislerin tatmini çerçevesinde şekillenecekti.
İnsanın aklı ve kalbi dışındaki kaynaklardan neşet eden tüm değer ve yargılar artık geçersiz sayılacaktı.
Haram, helal, kul hakkı, cennet, cehennem, hesap günü vs. gibi kavramlar, geçmişlerin masalları olarak rafa kalkarken, tüm tutumların temel belirleyicisi, şahsi arzu ve hisler haline gelecekti.
İnsanlar artık tanrı tarafından yasaklandığı, öte tarafta cezalandırılacağı için değil, başkalarının hislerini inciteceği ve neticede dönüp kendilerine zarar verecek bir süreci tetikleyeceği için “hırsızlık” yapmayacaklardı.
Yetişkinlerin kendi rızalarıyla girip sürdürdükleri eşcinsel ve ensest ilişkiler elbette artık normal sayılacak, buna karşı çıkanlar, itirazlarına gerekçe olarak tanrının yasaklarını değil, kişisel rahatsızlıklarını -yani hislerini- ileri süreceklerdi.
Cinayet, büyük bir günah olduğu için değil, bir insanın ve sevenlerinin acı çekmelerine ve hayattan daha uzun süre zevk almalarına engel olduğu ve cinayet işleyenden intikam alınması tehlikesi doğurduğu için yasaklanacaktı.
Modern sözleşmede vaat edilen, “şahsi arzuların tatmini” geniş ölçekte sağlandığı müddetçe, bu yeni dinin müntesiplerinin tercihlerinden ciddi bir rahatsızlık duymadıkları görüldü.
Fakat gel gör ki, şahsi arzuların tatminini her zaman ve herkes için sağlamak kolay iş değildi.
Modernliğin bu tatmini sağlamada zorlandığı dönemlerde büyük savaşlar patlak verdi.
Bugün de o savaşlara yol açanlara benzer, küresel bir yavaşlama yaşıyoruz.
Hislerin ve arzuların üzerinde bir değerin tanınmadığı bir dünyada, aynı şeyi aynı şiddette arzulayan farklı insanların ya da insan topluluklarının birbiriyle çatışmasından daha doğal bir şey yok.
Hümanizm dinini içselleştiren nesiller, “kendi benliklerinden öte, kendi benliklerinden ziyade” harici bir değerin yokluğunda, tamamen ilkel duygular üzerine kurulu barbarca akımlara meylediyor.
Kabilecilik, mikro milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık tüm dünyada hızla yükseliyor.
Adalet, hak, empati, feragat gibi değerleri, eskilerin “peri masalları” diye çoktan terk etmiş insan toplulukları kendilerine bir “çapa” bulamıyorlar.
Mümkünse “ötekileri” bastırmayı, ezmeyi, yok etmeyi tek çıkış yolu görüyorlar.
Ömürleri boyunca kendilerine “sizin hisleriniz ve arzularınız her şeyden önemli” telkini yapılmış, duygularının kollektif ifadesi her türlü otorite ve anlamın yegâne kaynağı sayılmış insanlar, çıkarlarına hizmet etmeyi, kendilerine refahtan -meşru ya da gayrimeşru yollarla- pay vermeyi vaat eden siyasetçilerin, kanun, demokrasi, insan hakkı vs. dinlemeden ipleri ele almasını ve gerekirse “ötekileri” (rakip partilileri, düşmanları, kendileri gibi düşünmeyen herkesi) ezerek, varlıklarının yegâne anlamını teşkil eden kişisel tatminlerini yeniden sağlamasını umuyorlar.
Pastalarına ortak çıkarak istihkaklarını azalttıklarını düşündükleri yabancılara karşı içlerinde büyüttükleri nefret hissinin bir kez daha “kollektif irade” olarak tecelli etmesini ve o “haşeratı” sürüp uzaklaştırmasını bekliyorlar.
Bu vahşi, bu ilkel, bu barbarca duygular, tüm insanlığı derin bir şiddet girdabının içine çekiyor.
Umalım ki insanlığın bu seferki paradigma değişikliği, öncekiler kadar büyük yıkım ve acılara mal olmasın.