Bundan yaklaşık yirmi beş sene öncesiydi. Bosna Hersek’te o meşum savaşın sürdüğü, Boşnaklara karşı Sırp mezaliminin haberlerini aldıkça yıkıldığımız, elimizden hiçbir şey gelmediği için kahrolduğumuz günlerdi. Bir yandan Türkiye de çok karanlık bir tünele girmişti. Faili meçhul diye isimlendirilen (ama herkesin faillerini iyi kötü bildiği) cinayetler işleniyor, yoldan çıktığı düşünülen toplum, bir tür devlet terörü ile korkutularak kontrol altına alınmak isteniyordu. Askerî vesayetin ezici ağırlığının iyice hissedildiği zamanlardı. Buna rağmen aklımız, kalbimiz, kulağımız Bosna’daydı.
İşte tam o günlerde korkunç bir haber daha aldık: Sırp’ların keskin nişancılarıyla çoluk çocuk, ihtiyar demeden giriştikleri katliam yetmiyormuş gibi bu sefer de kimyasal silah kullandıkları ve bir anda dört yüz bin Müslüman’ı katlettikleri söyleniyordu. Hem de resmi ağızlardan! Dönemin Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, TGRT ekranları başta olmak üzere, o zamanlar daha yeni yeni serpilmeye başlayan özel radyo ve televizyon kanallarını tek tek gezip feveran ediyor, bu korkunç zulmü anlatıyordu.
***
Hemen ertesi gün radyolarda, Bosna’daki kardeşlerimiz için Ankara’da büyük bir destek mitingi düzenleneceği haberleri dolaşmaya başladı. Haberleri endişeyle takip eden genç bir üniversite öğrencisi olarak hiç düşünmeden koştum. Miting Kocatepe Camii’nde gıyabi cenaze namazıyla başlayacaktı. Kocatepe’ye vardığımda inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştım. Caminin dev avlusu dolmuş taşmıştı ve insanlar gelmeye devam ediyorlardı. İnsanlar Kocatepe Camii’nden çıkıp, Mithatpaşa Caddesi ve Atatürk Bulvarı üzerinden Kızılay’a doğru harekete geçtiler. Kalabalık, yoğunluğunda hiçbir azalma olmadan Kızılay’ı da aşıp Sıhhiye’ye kadar uzandı.
Kol kola girdiğim üniversiteden arkadaşlarımla gözyaşlarına boğularak yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Siyasi sloganlar atılmıyordu. Doğrusu spontane şekilde bir araya toplanan kitleyi yönlendiren liderler de yoktu. Kürsü falan kurulmadı. Konuşma yapılmadı. Herhangi bir polis müdahalesi de olmadı.
Kalabalık Kızılay meydanını tamamen doldurunca birileri “oturun” diye seslendi. Her zaman yoğun akan trafiğini kestiğimiz meydanda sessizce asfalta oturduk. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bu arada bazıları, McDonalds’ın vitrinlerine mercimek büyüklüğünde taşlar atarak, tam olarak kimi protesto ettiğimizi bilmediğimiz eylemimize sembolik seviyede anti-emperyalist bir ton kattı. Biz görmedik ama başka bir grubun da Amerikan Büyükelçiliği’ni işgal etmeye çalıştığı söylendi.
Sonra? Sonrası benim için çok ilginç bir tecrübeydi. Belli ki çok az insan benim gibi bireysel inisiyatifle oraya gelmişti. Elinde megafon taşıyan birisinin seslendiğini duyduk: “Mamak ülkü ocağı, ayrıl!” sonra bir başka ses işitildi: “Millî Görüş Keçiören teşkilatı ayrıl!”. Ve sağdan soldan gelen bu çağrılarla gruplar ayrılmaya başladılar. Kısa bir müddet içinde o ne yapacağını bilmeyen kalabalık dağılıverdi.
Böylesi büyük ama başıbozuk bir kalabalığın sayıca az ama organize birkaç kişiyle nasıl kolayca sevk edilebileceğini orada bir kez daha gözlerimizle görmüş olduk.
Şimdi gelelim bu hikâyedeki garabete.
Bu hadiseden yaklaşık on üç sene sonra yapılan bir röportajla, tıp fakültesini silahlı kuvvetler adına okumuş ve doktor olduğu gün teğmen rütbesi takmış, 1970’e kadar yarbay olarak orduda doktorluk yapmış Yıldırım Aktuna’nın o günlerde Başbakanlık Psikolojik Savaş Merkezi’ni yönettiğini öğrendik.
Sırp’ların kimyasal silah kullandığı, on binlerce Müslümanı öldürdüğü haberi yalandı. Hakikat acıydı: O gün büyük çaplı bir psikolojik operasyonda denek olarak kullanılmıştık!
28 Şubat darbesini yavaş yavaş pişiren askerler, yakın gelecekte yapmayı planladıkları operasyonlar karşısında İslami grupların tepki oluşturma, halkı sokağa dökme ve kitlelerini kontrol etme kapasitelerini ölçmek için bir prova yapmışlardı.
O gün bu tür operasyonları yapanların elinde sadece radyo ve TV’ler vardı. Bugün çok daha etkili bir araç olan sosyal medya var.
Gezi ve Paris hadiselerine bir de buradan bakmak lazım. Onu da bir sonraki yazıda yapmaya çalışalım.
(*) Psyops: Psikolojik Savaş