Genellikle kendimizi, ailemizi, çevremizi, hayatımızı etkileyen hadiseler hakkında bilgi sahibi olmak isteriz.
Çünkü bu bilgilere sahip olmanın, hayatı anlama ve daha bilinçli, mantıklı, isabetli kararlar alma kabiliyetlerimizi geliştireceğine inanırız.
Ancak, bu bilinçli düşünme çabasının çoğu zaman beklenen neticeyi vermediği görülüyor.
Tarihte ve günümüzde olup bitenleri merak edip araştırıyoruz.
Öğrenerek, analiz ederek ve çevremizden etkilenerek çeşitli yönelimler, tutumlar ve güçlü inançlar geliştiriyoruz.
Bu inançlarla, kendimizi, değerlerimizi, kim olduğumuzu inşa ediyoruz.
İnançlarımız, zuhur eden hadiseler karşısında nasıl hareket etmemiz gerektiğine dair ilkelerimizi şekillendiriyor.
Buradan kendimize bir “kimlik” üretiyoruz.
Ama iş inandıklarımızı eyleme dökmeye geldiğinde, kimliğimizi belirlediğini sandığımız en temel inançlarla eylemlerimiz arasında önemli uyumsuzluklar açığa çıkıyor.
İnandığımıza emin olduğumuz şeyler, gerçek hayatta tutumlarımızı belirlemiyor.
Çünkü “yolu bilmek” ile “yolda yürümek” farklı şeyler.
Bazı yüce değerleri teorik olarak benimsemek, insanı rahatlatıyor, iyi, değerli, vicdanlı ve ahlaken üstün hissettiriyor.
Fakat gelişen hadiseler karşısında o yüce değerlere uygun bir tutum almak, ağır bedeller ödemeyi gerektirebiliyor.
Örnek verelim.
Köleliğin meşru görüldüğü ve yaygın olduğu bir zamanda, zengin, kölelerle dolu bir evde büyümüş bir “efendinin”, köle sahibi olmanın, başka insanları mal gibi alıp satmanın, istismar etmenin ayıp, yanlış, ahlaksızca ve kabul edilemez bir şey olduğu fikrini benimsemesi ve bunu dile getirmesi kolay bir şey değildir.
Ama bu inancı benimsediğinde inancının “gereğini” yapması çok daha zordur!
Köleciliğin ahlaken yanlış olduğu kanaatine varan bir köle sahibinin, doğal olarak tüm kölelerini azat etmesi beklenir.
Tabi bu, köle sahibinin hayatı boyunca alıştığı konfordan, köle sahibi olmanın kendisine sağladığı refahtan, o köleleri edinirken kendisinin ya da ailesinin yaptığı yatırımdan vazgeçmesi, hatta belki o azat edilecek kölelerin hür hayatta kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için ekstra para harcaması demektir.
Zorluklar bundan ibaret de değildir.
Ahlaki sebeplerle kölelerini azat eden bir “efendi”, içinde bulunduğu “efendiler” topluluğuna meydan okumuş, o toplulukta köle sahibi olmaya devam eden herkesi zımnen “ahlaksız” ilan etmiş olur!
Bu yüzden dışlanmayı, “hezeyanlara kapılmış, eski köye yeni âdet getirmeye kalkan bir deli”, yahut “kendini dostlarından üstün gören kibirli bir kişi” olarak yaftalanıp aforoz edilmeyi göze almak zorundadır.
Toplumun normlarına, kültürel beklentilere ve ekonomik baskılara meydan okuyanların, içinden çıktıkları sosyal sınıfla çatışmaları kaçınılmazdır.
Çoğu insan bu kadar büyük zorluklarla yüzleşmeyi göze alamaz ama öte yandan kendini iyi hissettiren inançlarından, doğru tarafta olmanın hazzından vazgeçmek de istemez.
İşte o zaman inançlar ile eylemler arasındaki tutarsızlık kalıcı hale gelir.
Günümüzden benzer örnekler verebiliriz.
Teoride torpile, adam kayırmaya, rüşvetle iş görmeye herkes karşıdır.
Ama pratikte, fırsatını bulanların pek azı bunları yapmaktan geri durur.
Teoride savaş sırasında sivillerin katledilmesine kimse razı değildir.
Pratikte bu ilke, katledilenler “düşmanlardansa” unutuluverir.
Teoride herkes, yolsuzluk yapan siyasetçilere oy vermeyi hırsızlığa ortak olmak gibi görür.
Pratikte, oy verdiği siyasetçinin hırsızlık yaptığı ortaya çıkan pek az insan o siyasetçiye desteği keser.
Bu tutarsızlıklarla başa çıkmak ve daha tutarlı bir hayat sürdürmek için bilinçli bir çaba gerekir.
Çünkü son tahlilde tarih, toplum ve Allah’ın önünde bizi tanımlayan, notumuzu belirleyen neye inandığımız değil o inanç doğrultusunda ne yaptığımızdır.
Bir kimsenin, insan öldürmenin haram olduğuna ne kadar kuvvetle inandığı mühim değildir, neticede birisini öldürürse katil olur.
İnançlarımızla eylemlerimiz arasındaki boşluğu asgari seviyeye çekmemiz şart.
Bunun için ise inançlarımızı, çıkacak faturaları ödemeyi göze almak pahasına yaptıklarımızla desteklemek zorundayız.
Çünkü insan, yaptıklarıdır.