Çok garip varlıklarız.
Gerçekte hiç var olmayan şeylerle ilgili hayaller kurup masallar uyduruyor ve o kendi uydurduğumuz masallara sanki gerçekliğin ta kendisiymiş gibi inanıp bağlanıyoruz.
Kendimizi bilerek isteyerek kandırma potansiyelimiz çok yüksek.
Çıplak hakikat (nuda veritas) son derece tatsız, can sıkıcı, yorucu hatta dehşet verici.
O yüzden hemen hepimiz kendimizi masalların kucağına atıyor ve hakikati inkâr ediyoruz!
Başlıktaki ibareyi “Amerikan Güzeli” filminde işitmiştim. Son derece sert, disiplinli, tavizsiz bir emekli deniz piyadesinin oğlu, gizlice uyuşturucu sattığı komşusuna babasından bahsediyordu. Babası, oğlunun odasındaki son derece pahalı elektronik araç gereçleri hamburgercide çalışarak kazandığı parayla aldığına inandırmıştı kendisini. Çünkü aksi halde oğlunun gayrimeşru yollardan para kazandığını ve onu inandığı idealler çerçevesinde yetiştirmede başarısız olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktı. Oğlan, insanların açık hakikati inkâr etme kapasitelerini asla küçümsememek gerektiğini söylüyordu.
Yalana inanmak gerçeklerle yüzleşmekten çok daha kolay.
Gerçekliğin kuru çölündense, rengarenk yalanlar âleminde yaşamayı seçiyoruz.
“Gerçekliğin çölü” ibaresini ilk defa “The Matrix” filminde işitmiştim. Bu söz -filme de ilham kaynağı olan- Jean Baudrillard’ın kitabı Simulakra ve Simulasyon’dan alınmıştı.
Filmde, bir oyun ve oyalanmadan, uydurulmuş sanal bir aldatmacadan başka bir şey olmayan Matrix’ten çıkan kahramanın ilk yüzleşmesi gereken “acı gerçek” çok güzel resmedilmişti: Aslında müreffeh bir şehirde hatırı sayılır ücretlere çalışan, itibarlı, yakışıklı, akıllı, önü açık bir genç değil, soğuk, ıssız, karanlık ve korkutucu bir çölde hayata tutunmaya çalışan bir zavallıydı.
Gerçeği tüm can yakıcılığına rağmen görüp kabul etmenin ne kadar zor olduğu anlatılıyordu.
Eğer “hakikat”, -Matrix filminde anlatıldığı gibi- duyu organlarımızla, sinir uçlarımızda algıladığımız bir takım dış sinyallerin beynimizde yorumlanması neticesi üretilen bir “algıdan” ibaretse ister istemez insan sayısınca “hakikat” olduğunun kabulü edilmesi gerekir.
Fakat, kendi yalıtılmış tek kişilik evreninde, başka insanlarla etkileşime girmeden yaşayan varlıklar değiliz, sosyal canlılarız.
“Hakikat algısı” sadece kendisiyle sınırlı insanlara “deli”, “şizofren”, “ruh hastası” diyoruz.
“Hakikat”, içimizden gelen, bastıramadığımız, mâni olamadığımız “anlam arayışımıza” bir cevap üretmek için lazım ve -sanal da olsa- hayatımızda bu fonksiyonu icra edebilmesi için başka insanlarla paylaşılması gerekiyor.
Ortak bir masala/yalana ne kadar çok insan inanırsa, o masal/yalan o kadar işe yarıyor.
O yüzden de herkes kendi inandığı masallara inanacak “ortaklar” arıyor.
Sosyal medyada kendini kadın gibi hissettiği için öyle kabul görmek istediğini söyleyen erkeklerin (ya da tersini söyleyen kadınların) videoları paylaşılıyor. Bu tür videoları paylaşanlar “şu aptallara da bakın, açık hakikati nasıl da inkâr ediyorlar” diye hayretlerini dile getiriyorlar.
Fakat bu paylaşımları yapanların çoğu, kendilerinin de hakikatle taban tabana çelişen bir sürü ipe sapa gelmez masalın “inananları” olduklarını fark edemiyorlar.
Kimisi uçağa binip binlerce metre yüksekten kendi gözüyle gördüğü halde dünyanın tepsi gibi düz olduğuna inanıyor.
Kimisi işsiz olduğu, borçlarla boğuştuğu, kirasını bile ödeyemediği, dünyanın en yüksek enflasyon oranlarından birini tecrübe ettiği, cebindeki parası her geçen gün daha da değersizleşip hızla fakirleştiği halde ekonominin bundan daha iyi yönetilemeyeceğine inanıyor.
Kimisi “mehdi hazretlerinin” zuhur edip Deccal’e karşı vereceği büyük savaştan ve onların ardından kopacak kıyametten önceki son yılları yaşadığımıza inanıyor.
Kimisi bilimde, teknolojide, sanatta esamisi okunmayan, gırtlağına kadar borç içindeki ülkesinin yeniden dünyanın süper gücü olma yoluna girdiğine inanıyor.
Yani hepimiz meşrebimize göre masallara inanıyor, hakikatin bazı taraflarını inkâr ediyoruz.
Pinhani’nin şarkısında söylediği gibi:
Küçükken çok inanmıştım
Eğer çok istersen
Her şey mümkün
İnanmak zor değil