Dışarıda yapacak gerçek bir işleri olmayan ihtiyarlarımız neden kendilerini sokağa çıkmaktan alıkoyamıyorlar?
Üstelik onları kısa sürede öldürme ihtimali bulunan bir virüs sokaklarda kol gezerken…
Eski neslin, her şeyden önce tehdidin boyutunu anlamakta güçlük çektiğini söyleyebiliriz.
Gençlerin hayatlarının artık doğal bir parçası haline gelen internet ve sosyal medyadan yayılan doğru --ve yanlış- bilgiler belli bir yaşın üzerindekilere ulaşmıyor.
Aşina oldukları iletişim araçları olan radyo ve televizyonlardan yayımlanan mesajların etkisi, doğrudan tanıdıklarından, bildiklerinden, itibar ettiklerinden gelecek mesajlarınkine nispetle zayıf.
Öte yandan televizyon yayınları epeyce bir zamandır -özellikle belli bir yaşın üzerindekileri- duygusal olarak yönlendirmek için kullanılıyor. Ekranlar, başımıza gelen her şeyin ardında “derin” komplolar olduğunu, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatan “yorumcularla” kaynıyor.
“Biz Müslümanız, Türk’üz, temiziz bize bir şey olmaz”, “Bunlar aslında bize zarar vermek isteyen dış güçlerin, üst aklın komploları” türünden “argümanlar” zihinlerde “elimiz kolumuzu bağlayan, karşısında aciz kaldığımız korkunç bir salgınla yüz yüzeyiz ve evlerimizde kalmazsak öleceğiz” türünden bir argümana nazaran çok daha kolaylıkla yankı buluyor.
Bir başka sebep de geleneksel din anlayışımız.
Risk grubunda olan, altmış beş yaşının üzerindeki insanlarımızın mühim bir kısmı ömürleri boyunca “ölmeden önce ölün” telkinlerine maruz kala kala “dünya hayatından” elini eteğini çekip kendilerini ibadete vermiş kimseler.
İbadetlerin en makbul olanı ise camilerde toplu halde kılınan namaz, devam edilen mukabeleler, dinlenilen va’z u nasihatler.
Şimdi, bu dünyaya dair tüm faaliyetlerini asgari seviyeye indirmiş, kendilerini “öteki dünyaya hazırlık” adına toplu ibadetlere adamış ihtiyarlarımızın bir anda alışkanlıklarından, âhir ömürlerinde benimsedikleri hayat tarzından vaz geçmelerini bekliyoruz.
Gençler için anlam ifade etmese de sokakta, cami çevresinde yahut kahvehanelerde oluşmuş sosyal ağlar var.
İhtiyarlarımızın dertleştikleri, sohbet ettikleri, içlerini döktükleri dostları ile irtibatı kesivermelerini talep ediyoruz.
Peki o sosyal ilişkilerin, o dost sohbetlerinin yerine ne koyacağız?
Gençler adeta içine gömüldükleri telefonlarından, bilgisayarlarından başlarını kaldırıp onlara ihtiyaç duydukları sosyal iletişimi sağlayabilecekler mi?
İnsanların yavaş yavaş güçten düşmeye, elden ayaktan kesilmeye başladıkları ileri yaşlarda yalnızlığın, sosyal izolasyonun ne korkunç bir şey olabileceğini göz ardı ediyoruz.
Almanya’da yaşadığım yıllarda evim bir huzurevinin çok yakınındaydı. Sabahları otobüse huzurevinin olduğu duraktan özene bezene hazırlanmış, makyaj yapmış, takmış takıştırmış ihtiyar bir kadın binerdi.
Gün sonunda, işten dönerken de otobüste aynı kadını görür şaşırırdım.
Şaşırırdım çünkü o huzurevinde kalanların tüm maddi ihtiyaçları karşılanırdı. Alışveriş için çarşıya pazara çıkmalarına gerek yoktu.
Hava almak, güneşlenmek deseniz, yürüme mesafesinde çok güzel parklar vardı.
O zavallı ihtiyar kadıncağızı koca bir günü otobüslerde geçirmeye itenin, çok derin bir yalnızlık hissi olduğunu sonra anladım.
Huzurevinde bulamadığı şey insan temasıydı, sohbetti...
Yine Almanya’da, kaldığım sokakta akli dengesini yitirmiş bir kadın dolaşırdı. Yol kenarlarında park etmiş arabalara yanaşır, camdan yansıyan kendi görüntüsüyle sohbet ederdi.
Sonra başka dostlarımdan öğrendim ki Almanya’da birçok ihtiyar, dehşet verici bir yalnızlık içinde ölümü beklerken, konuşacak birine denk gelme ümidiyle kendini dışarı atarmış. Hatta bazıları toplu taşıma araçlarında birkaç cümlelik de olsa bir sohbet başlatabilmek umuduyla diğer yolcuların ayaklarına “yanlışlıkla” basarmış.
Yalnızlık Allah’a mahsus… İnsanın insan sohbetine, ilgisine ihtiyacı var.
Konuşabilecek kimselerin kalmaması insanlar için ölümden beter olabilir.
Korona virüsü salgınında bir türlü evlerinde oturmadıkları için gençlerin hedefi haline gelen dedelerimize, ninelerimize bir de bu gözle bakalım.