İdeolojiler, insanlara kesin ve nihai kurtuluş reçeteleri sunuyorlar.
Kurtuluş için ödenmesi gereken ağır bedellerin karşılanması halinde bazen bu dünyada, bazen her iki dünyada “cenneti” vaat ediyorlar.
İdeolojilerin nerdeyse tamamı, o vaat edilen cennete ulaşmalarının “kaçınılmaz” olduğunu, zaman nehrinin insanlığı zaten o hedefe taşıdığını, istesek de istemesek de beklenen “güneşli günlerin” eninde sonunda mutlaka geleceğini ileri sürüyorlar.
Bu zaman tasavvurunun en zayıf noktası, cennete ulaştıktan sonra işler yolunda gitmezse ne olacağı sorusuna tatmin edici bir cevap sunamıyor oluşu!
Cennette herhangi bir olumsuzluk söz konusu olamayacağına göre bu soru “kesin inançlılar” için bir anlam ifade etmiyor.
Vaat edilen “cennete” bir kez ulaştıktan sonra artık düzeltecek, ıslah edecek, reforme edecek mühim bir şey kalmış olamaz! Cennet, - tanımı gereği - her şeyin mutlaka yolunda gittiği yerdir.
Bu inanç, -ister istemez- problemleri görmezden gelme neticesi doğuruyor.
Ama tabi onların gözlerini kör eden kesin, kesif ve keskin inançları, hakikati değiştirmiyor.
Kendileriyle çelişmemek için, apaçık göz önünde olan sorunların varlığını inkâr edenlerin başını çektiği ideolojik yapılar zaman içinde tüm iddialarını birer birer kaybederek çöküyorlar.
Misallerle somutlaştıralım.
Proleter devrimini gerçekleştirip kapitalizme son veren ve böylece “komünist cennetine” erişen Sovyetler Birliği idarecileri, problemleri ciddiye almadılar, görmezden geldiler, küçümsediler, yok saydılar. Kapitalist rakipleri karşısında önce bilim ve teknolojide, sonra savaş gücünde geri düştüklerini de, “cennetlerinin” renksiz, karanlık bir bürokratik diktatörlüğe, bir cehenneme dönüştüğünü de inkâr etmeye devam ettiler. Ta ki tüm iddialarıyla birlikte, dehşetli bir çöküşle çöküp tarihin tozlu sayfaları arasına karışana kadar…
Adolf Hitler iktidarı elde etmiş, 3. Reich dediği Büyük Nasyonal Sosyalist Alman İmparatorluğu’nu kurmuştu. Sıra armageddon savaşını yapıp, imparatorluğunu ve dünyayı “kirli, hastalıklı, aşağı ırklardan” temizleyerek “ari Alman ırkının” mutlak hakimiyetini kurmaya gelmişti. Büyük bir soykırıma girişti, komşu ülkeleri işgal etti. Yürüdüğü “kutlu” yolda karşısına çıkan birkaç milyon “aşağı ırktan” insanı ezip yok etmek onun için sadece “kaçınılmaz” olanın vuku bulmasıydı. Sayısız Yahudi’yi çoluk çocuk demeden katletti. Buna “nihai çözüm” (Endlösung der Judenfrage) ismini verdi. Kendisine, yaptıklarının yanlış, insanlık dışı, barbarca olduğunu söyleyenlere hiç kulak asmadı. Ta ki ülkesini tam bir çöküşe sürükledikten sonra kendi kafasına bir kurşun sıkana kadar.
Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi gibi bazı üçüncü dünya diktatörleri de benzer süreçlerden geçtiler. Ütopyalarına İslami renkler kattılar. Kendilerini Allah yolunda cihat eden, mazlum milletlerin kurtarıcısı, gururları örselenmiş halkların diriliş umudu gibi gördü ve gösterdiler. Halklarını kafalarındaki cennete ulaştıklarına inandırdılar. Mutlak hakimiyeti elde ettikten sonra uzun yıllar boyunca “cennetlerini” keyiflerine göre yönettiler. Ama hatalarını, sebep oldukları acıları asla kabul etmediler. Ta ki ülkeleri çökünceye ve kendileri de saklandıkları izbelerde yakalanıp öldürülünceye kadar.
İran İslam devriminin öncüsü mollalar da kendi armageddonlarını yapıp, batılı emperyalistleri ve onların ülkelerindeki “avatarı” saydıkları Şah Rıza Pehlevi’yi süpürüp attılar. Hak gelmiş, batıl zail olmuştu. Yönetimlerinde İslam’ın ve Müslümanların yeniden güçleneceğine, refaha ereceğine, eski şatafatlı günlerine döneceklerine yürekten inandılar. Petrol gelirlerinin âdil şekilde paylaşımını sağlayamamalarını, yolsuzluğu, kaçakçılığı, rüşveti, kara para trafiğini, işsizliği, fakirliği önleyememelerini sorun etmediler. Bir kere devrimi yapmış, “tağutu” kovup atmışlardı ya. Gerisi gelirdi. Reform isteyenler, onları tenkit edenler, beyni yıkanmış gafil muhalifler ve karşı devrimcilerdi. İslami “dünya cennetinde” reform mu olurdu?
Peki bu “desenin” bizde karşılıkları yok mu? Var.
Onlar da inşallah önümüzdeki haftaya…