Memur şehri Ankara’da yaşayınca hemen her gün, kamu kurumlarında değişik seviyelerde görev yapan memurlarla yolunuz kesişiyor.
Ortalama seviyede zekâ ve becerilere sahip sayısız memur, mümkün olduğunca az iş yaparak hatırı sayılır bir maaş aldığı masa başı memuriyetlerden birini elde ettiği, kendisini devletin iş güvenliği şemsiyesi altında ömür boyu garanti altına aldığı için son derece memnun.
Fakat bilgi, beceri ve zekâ seviyesi ortalamanın üzerinde olanlarda dehşet verici bir hayal kırıklığı, karamsarlık, küskünlük ve çaresizlik görüyorsunuz.
Tecrübeli bürokratlar ağız birliği etmişçesine devlet aygıtının neredeyse durma noktasına geldiğinden yakınıyorlar.
Sanki seçim olmuş da bir türlü hükumet kurulamıyormuş gibi bir hava var diyorlar.
İyice düşünülmeden, planlanmadan yapılan değişikliklerin devlet mekanizmalarını felç ettiğinde hemen herkes hemfikir.
Yeni sistemle devlet aygıtının varlık sebebi de değişmiş gibi sanki.
Kamu kurumlarındaki pozisyonlar, kamu görevlerinin yürütülmesinden çok, milli gelirin dağıtılmasında kullanılan siyasi bir araç gibi görülüyor artık.
O yüzden, zaten çalışan sayısı açısından obezleşmiş devlet, bünyesine herhangi bir liyakat aramadan kattığı yeni memurlarla şişmeye devam ediyor.
Ama hükumet, bürokrasiden herhangi bir hizmet ya da inisiyatif beklemiyor.
Niteliksiz, liyakatsiz memurlar kendilerinden bir şey beklenmemesinden memnunlar.
Ama vicdan sahibi olan, kayda değer hiçbir şey yapmadığı halde her ay hesabına tıkır tıkır yatan paranın helalliğini sorgulayan, yanlış gördüğü şeyleri düzeltmek isteyen, hatalı kararlar alınmasına mâni olmayı ahlaki bir sorumluluk sayan memurlar adeta cehennemi yaşıyorlar.
“Biz hakkı tutup kaldıracaktık, adâleti tesis edecektik, hırsızlığa, yolsuzluğa, yozlaşmaya, suiistimallere mâni olacaktık, emaneti ehline teslim edecektik, şu geldiğimiz noktaya bak” diye kendilerini yiyip bitiriyorlar.
Bazıları bu ikinci gruptaki kimselere hayretle bakıyorlar. Ne güzel makamları, makam arabaları, maaşları olduğu halde hala neden mızmızlanıyor acaba bunlar diye şaşırıyorlar. Bahsettiğimiz itirazları, sadece iktidar nimetlerinden yeterince faydalandırılmadıklarını düşünenlerin dile getirdiklerini zannediyorlar. “Bir terfi”, “bir yönetim kurulu üyeliği” ile susturulamayacak kimsenin olmadığına eminler.
Ama yanılıyorlar…
Evliya menkıbesi meşhurdur: İbrahim Ethem ve Şakik-i Belhi Mekke’de karşılaşırlar. Şakik, İbrahim Ethem’e,
- “Maişet işini nasıl hallediyorsunuz?” diye sorar. İbrahim Ethem:
- “Bulduğumuzda şükreder, bulamadığımızda sabrederiz” diye cevap verince Şakik:
- “Onu Horasan’ın köpekleri de öyle yapıyor” der. Bunun üzerine İbrahim:
- “Peki, siz ne yaparsınız?” diye sorar. Şakîk şu cevabı verir:
- “Bulduğumuzda dağıtır, bulamadığımızda şükrederiz.”
***
Bu menkıbenin, isimlerin değiştiği çok versiyonu var ama temel mesaj açık: “İnsanlar”, düşünemeyen, fedakârlık, merhamet, feragat gibi gelişmiş hisleri olmayan, temel içgüdüleriyle hareket eden hayvanlarla aynı tepkileri gösteremezler.
“İnsan” sadece zevk için yaşayıp acıdan kaçan, midesinden ibaret bir varlık değildir, hoş bir seda bırakmak ister bu kubbede göçüp gittiğinde.
Makamları senelerce işgal ettiği halde taş üstüne taş koymadan, ardında bir iz bile bırakmadan ölüp gitmiş, adı sanı kalmamış daire başkanlarıyla, genel müdürlerle, müsteşarlarla hatta bakanlarla dolu mezarlıklar.
Onlar gibi olmayı/ölmeyi kabul edemez bazıları.
Hayat kısa. İnananlar için öbür tarafta bir de hesap var.
Sadece yapılan yanlışların değil, yapılmayan doğruların da hesabının sorulacağına inananların huzursuzluğu boşuna değil.
1999 yapımı “13. Savaşçı” filminin Müslüman kahramanı Ahmed Ibn Fadlan’ın az sonra öleceği savaşa girmeden önce, pişmanlık içinde yaptığı muhteşem duayı hatırlatarak bitirelim:
“Allahım, günlerimi bir sürü şey planlayarak ziyan ettim. Bu savaş, planladığım şeylerden biri değildi. Fakat şu an sana önümüzdeki birkaç dakikayı iyi yaşamak için yalvarıyorum. Allah’ım, düşünmemiz gerektiği halde düşünmediğimiz, söylememiz gerektiği halde söylemediğimiz, yapmamız gerektiği halde yapmadığımız her şey için affına sığınıyorum.”