Toplumumuz fert karşısında sosyal yapıların ağır bastığı bir toplum.
Fertlerin hareket alanını toplum adına kısıtlayan, onlara çok kesin sınırlar çizen bir anlayışı benimsemiş vaziyetteyiz.
İçinde bulunduğumuz gruplara sonsuz bir sadakat göstermemiz, “sürüden” ayrılmamamız, onlar nereye giderse itirazsız peşlerinden gitmemiz bekleniyor.
Okyanusun ortasında, çeşitli deniz vasıtalarına binmiş insanlar gibiyiz.
Kimimiz hemşehri derneklerinin kayığında, kimimiz tarikatların.
Kimimiz bir siyasi partinin gemisinde, kimimiz dinî yahut seküler bir cemaatin.
Eğer bindiği gemi rotasından sapmışsa bir yolcunun yapabileceği beş şey var:
1-Geminin nereye gittiğine değil sağladığı konfora odaklanmak. İstikameti umursamamak.
2-Kaptan ve yardımcılarının bir bildiklerinin olduğuna, neticede rotayı onlardan daha iyi bilemeyeceğine kendini ikna ederek, gemi nereye gidiyorsa orayı “doğru hedef” bellemek.
3-Kaptana ulaşıp, onu yanlış yolda olduğuna bir şekilde ikna ederek rotayı düzelttirmek.
4-Kendisi gibi gidişattan rahatsız olanlarla beraber kaptanı devirip dümeni ele geçirmek.
5-Gemiden atlayıp, en azından doğru yöne giden başka bir vasıta bulana kadar bireysel çabalarıyla su üzerinde kalmak.
Cehalet, ilkesizlik, çıkar odaklılık çoğu kimse için bunlardan ilkini cazip hale getiriyor.
Toplumsal yapıların ağırlığı, yakasını ilk seçenekten kurtaranları ikincisini seçmeye zorluyor.
Hayatı bir kez yaşayacağız.
Yanlış gemide olmanın/kalmanın faturası ödenemeyecek kadar ağır ve bu hatanın telafisi çok zor.
Ama pek az kişi gerektiğinde gemiden atlama cesaretini gösterebiliyor.
Çünkü hayat karşısında -kısa bir süreliğine olsa bile- yalnız olmak, dehşet veriyor bizlere.
Yanlış yoldaki geminin küflü ambarında farelerle seyahat etmeyi, istikameti korumak adına soğuk sularda kulaç atmaya tercih ediyoruz.
Güvenlik ve rızık endişeleriyle hürriyetimizden vazgeçiyoruz.
Bizimki gibi toplumlarda tedhişin nasıl kullanışlı bir yönetim aracı olduğunu gören idareciler kendilerince yeterince güçlü hissettikleri anda bu zaafımızı istismara başlıyorlar.
Ölçeği büyütüyor, dini cemaatlerden derneklere, üniversitelerden ticarethanelere kadar her toplumsal birimi yönlendirmeye çalışıyorlar.
Toplumu, motor tasarlayan makine mühendisleri gibi tasarlamak, sosyal birlikteliğin bütün mekanizmalarını, bütün çarklarını “ayarlamak” istiyorlar.
Özellikle 28 Şubat döneminde çok ifade edilen bir kavramdı “toplum mühendisliği”.
Sadece bir sosyal grubu değil, bütün toplumu baştan aşağı dizayn etme, her geminin istikametini tek bir yerden zorla tayin etme çabaları için kullanılıyordu.
Ama toplum öyle kolayca tasarlanabilecek bir makine değildi.
Mahut çabalar çoğu yerde istenenin tam aksi yönde neticeler verdi.
Peki, bundan herhangi bir ders çıkaran oldu mu?
Pek sayılmaz…
Mutlak iktidar öyle bir lanet ki -geçmiş fiyaskolar ayan beyan ortada olsa bile- kendisini elde eden herkeste toplum mühendisliği yapma hevesi uyandırıyor.
***
Toplumu tepeden tırnağa tasarlama çabaları, istenen işe yaramamakla beraber toplumda (nasıl neticelere gebe olduğu belli olmayan) derin travmalar yaratıyor, yusyuvarlak ve kıpkırmızı olsun diye genetiği ile oynanınca rayihasını kaybedip kanserojen hale gelen domates gibi, dışı parlak içi hastalıklı bir toplum üretiyor.
Tabi bu durum yine de toplumla ilgili düşünmeyi, öneriler sunmayı bırakmamıza yol açmamalı.
Toplum mühendisliği başka bir şey, iz’an sahibi bireylerin itiraz ve teklifleriyle toplumsal yapıyı değiştirmeye çalışması başka.
Zorbaca dayatılmadığı sürece bir fikir sunan herkesin teklifleri dikkate alınmalı.
İnsanlarımızı “elimden ne gelir ki” yılgınlığından kurtarmak zorundayız.
Yolunda gitmeyen şeyleri düzeltebileceğimize dair inancımızı yeniden canlandırmalıyız.
Toplumun dönüşümünün organik şekilde, yani ahlaki mesuliyetlerinin şuurunda, bilgili ve zeki fertlerin katkılarıyla gerçekleşmesi lazım.
Toplum karşısında ferdi her açıdan güçlendirmemiz, hem fikir hürriyeti hem mülkiyet hakları noktasında hukuki kalkanlara kavuşturmamız şart.
Kendimizi toplum mühendislerinin insafına bırakmayıp hayatımızın dizginlerini elimize almamız gerekiyor.