İnsan sosyal bir varlık. Hayatımızda bir kıymet ifade eden hemen her şey, birlikte yaşadığımız diğer insanlarla anlam buluyor.
Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un 1943 yılında tanımladığı, yetmişlerde geliştirdiği “ihtiyaçlar hiyerarşisinde”, nefes alma, yeme, içme ve soğuktan ya da tehlikelerden korunma gibi temel fiziksel ihtiyaçların ötesindeki ihtiyaçların neredeyse hepsi sosyal niteliklidir: Öncelikle başkaları tarafından sevilme, bir gruba aidiyet hissetme, yardım görme ve daha sonra tanınma, saygı ve takdir görme, itibarlı olma, fark edilme ihtiyaçları.
Maslow bu seviyeden sonra geldiğini söylediği “üst seviye” ihtiyaçlara “kendini gerçekleştirme” başlığını uygun bulmuş. İnsanın, “kişisel potansiyelini bütünüyle açığa çıkartma ihtiyacını” karşılama yolunda, merakını giderme, bilme ve anlama, estetik zevkler kazanma, ortaya yeni düşünceler, ürünler koyma çabalarını bu başlık altında inceliyor. Piramidin en tepesine ise “kendini aşma” ismini verdiği, insan şuurunun en yüksek, en bütüncül, en kapsamlı seviyelerine erişme ihtiyacını koyuyor.
Maslow’un teorisi, kolektivist toplumlardan ziyade ferdiyetçi toplumlarına göre inşa edildiği, dolayısıyla “evrensel” vasfını hak etmediği yönünde eleştirilir. Böyle olsa bile, ilk bakışta “şahsi” gibi görünen ihtiyaçların aslında toplumsal niteliklerinin hayli ağır bastığı görülecektir.
Kişinin tam potansiyelinin ortaya çıkmasını takdir edecek olan yine toplumdur. Kişinin bilme ve anlama için başvuracağı kaynaklar toplumca itibar gören kaynaklardır. Aynı şekilde estetik anlayışını daha da rafine etmeye çalışan ferdin peşine düşeceği “güzellikler”, yine toplumun belli bir kesiminde itibar gördükleri için öne çıkan güzelliklerdir. Nihayet yaratıcılık çabası da hangi alanda olursa olsun ancak “başkalarının” rağbetiyle anlam kazanır.
Buradan hareketle “anlamlı ve kıymetli” bir hayatın, insanların başkalarına (yakın çevrelerine ve şahsen tanımasalar bile dolaylı şekilde temas ettikleri toplum kesimlerine) sundukları ve karşılığında aldıkları çerçevesinde şekillendiğini ileri sürebiliriz.
Tabi herkes hayatını farklı seviyelerdeki ihtiyaçlarını doğrusal bir şekilde tamamlayarak yaşamaz.
Bazıları piramidin alt basamaklarında takılıp kalırken, bazıları hayatlarında anlamı, en üst seviyelerdeki ihtiyaçlarını karşılamada ararlar.
Sürekli aç yahut açıkta kalma, elindekileri kaybetme endişesiyle yaşayan pek çok kimse için -mesela- toplumsal takdir görme, yahut fikir hürriyeti ihtiyacı tabii olarak ötelenir.
Bu tipte bir kimse, önce kendisinin sonra ailesinin maddi refahını ve güvenliğini garanti altına almak için toplumsal itibarını umursamadan hareket edebilir. Çalabilir, yalan söyleyebilir, haksızlıklar edebilir ya da haksızlıklara karşı kayıtsız kalabilir. Hayat onun için sürekli bir ölüm kalım mücadelesidir. Sürekli endişe içinde, diken üstündedir. Sadece hayatta kalma derdindedir. Böyleleri, hedeflerine ulaşsalar dahi mutlu olamaz, hayatlarını anlamlı ve kıymetli göremezler.
Fakat bu safhayı aşmış bir kimse hayatını, önce ailesi, akrabaları ve dostları arasında, sonra işinde, mahallesinde, şehrinde, sivil toplum örgütlerinde, temas ettiği tüm toplum kesimlerinde sevilip, saygı ve itibar gördüğü, bazı kritik toplumsal fonksiyonları icra ettiği, aranıp sorulan, sözlerine kulak asılan, kıymet verilen biri olduğu nispette anlamlı ve kıymetli hissedecektir.
İhtiyaçlar hiyerarşisinde tepeye yaklaşanlar hayatlarını anlamlı kılabilmek uğruna en temel ihtiyaçlarından bile vazgeçebilirler: Bir Katolik rahibi ömür boyu bekâr kalabilir, davasına adanmış bir insan hakları savunucusu idealleri uğruna hapse girmeyi göze alabilir, vatansever bir asker milleti için ölüme koşabilir.
Öldükten sonra bile topluma fayda sağlamayı sürdürecek eserler bırakmak, vakıflar kurmak da anlamlı ve kıymetli bir hayat sürme ihtiyacının tezahürüdür.
Hulasa hayatımız, yakın ve uzak çevremizde temas ettiğimiz kimselerin zihinlerinde ve yüreklerinde bir yer edinebildiğimiz, bir rol oynayabildiğimiz nispette anlam ve kıymet kazanıyor.