Osmanlı Devleti’nin çöküş günlerinden Cumhuriyet dönemine miras kalan “kaht-ı rical” kelimesi bugünün Türkçesine basitçe “adam yokluğu” ve ya “adam kıtlığı” diye çevrilebilir.
Özellikle devletin yüksek makamlarında görevlendirilmek üzere, iyi yetişmiş, bilgili, zeki, ahlaklı, motive, becerikli ve güvenilir kimselerin bulunamadığından yakınanların başvurduğu bir tabirdir bu.
“Kaht-ı rical” sık sık başarısızlıklara mazeret olarak ileri sürülür.
Acaba gerçekten bir “adam kıtlığı” problemimiz var mı? Bu, geçerli bir mazeret mi?
Bakalım…
Türkiye, dünyada hatırı sayılır nüfusa sahip ülkelerden biri.
Bu kalabalık nüfusun zeka açısından “üstün” sayılabilecek yüzde biri bile yüzbinlerce kişi ediyor.
Aranan, arzulanan nitelikte kişilerin yetişmesi için okullarımız, destek programlarımız var.
Osmanlıdan bu yana gençlerimiz arasından temayüz edenleri seçip, ülke içinde sağlayamadığımız yüksek nitelikli eğitimi alsınlar diye dünyanın gelişmiş ülkelerine gönderiyoruz.
İstediğimiz eğitimi alıp yurda dönenlerin mühim bir kısmını, öğrendiklerini aktarsınlar diye yüksek öğretimde istihdam ediyoruz.
Yurtdışında çeşitli işlerde çalışıp beynelmilel tecrübeler kazanan evlatlarımızı getirip bürokrasinin önemli koltuklarına oturtuyoruz.
Fakat ekonomide, adalette, bilimde, sanatta, sporda hasretini çektiğimiz yüksek nitelikli kadroları bir türlü kuramıyoruz.
Belki de asıl problemimiz bir “kaht-ı rical” problemi değil!
Belki de aslında iyi yetişmiş insan falan istemiyoruz!
Belki de asıl problemimiz, kitlelerin ve iktidar sahiplerinin iyi yetişmiş insanlara güvenmemesi, onları “kendilerinden” saymaması, hatta bir noktadan sonra onları kendilerine yönelen bir tehdit unsuru, hatta düşman gibi görmesi.
Bugün nüfusumuzun yüzde doksanından fazlası şehirlerde ikamet ediyor olsa da çoğunluğu hala “köylü refleksleri” veren bir toplumuz.
Yeniliklere kapalı olmak, çeşitliliğe tahammülsüzlük, kendinden görülmeyene düşmanlık, köylülüğün önde gelen alamet-i farikalarından.
Yeni ufuklara açılıp daha önce görmediği bilgilerle beslenerek gelişen dimağların, ilk hareket ettikleri noktaya “yabancılaşmaları” kaçınılmaz… Eşyanın tabiatı gereği bu böyle.
Mesela yurtdışında ilahiyat doktorası yapan, birkaç dil bilen, dünyanın en önde gelen ilahiyatçıları ile oturup kalkan birinin Anadolu’daki herhangi bir kasaba imamı ile aynı bilinç ve bilgi düzeyini paylaşması beklenebilir mi?
Yahut Marx, Simmel, Weber, Durkheim, Spencer, Pareto, Parsons, Goffman, Mills, Foucault, Veblen, Bauman, Baudrillard, Beck, Bell gibi düşünürlerin fikirleri ile senelerce haşır neşir olan bir sosyal bilimcinin dünyayı imam hatip mezunu bir kasaba politikacısının gözüyle okumaya devam etmesi mümkün olabilir mi?
Olamaz…
Yetişsinler, bizi içine düştüğümüz fasit daireden çıkarsınlar diye eğitimlerine para döktüğümüz, yurtdışına gönderdiğimiz üstün zekalar, bir şeylerin ucundan tutmak, topluma borçlarını ödemek motivasyonuyla dönüp vatanlarına geldiklerinde, kendilerini şeytanlaştıran kitlelerle karşı karşıya kalıyorlar.
Ortalama zekaya sahip kimseler kolayca ve hızlıca, kafalarındaki köhne kalıplara, ezberlere aykırı şeyler söyleyen okumuşların “satın alındıklarına”, “devşirildiklerine”, “ajanlaştırıldıklarına”, “mankurtlaştırıldıklarına” kanaat getiriyor.
İktidarı ele geçirmek ve mümkün olduğunca elde tutmaktan öte bir motivasyonu olmayan politikacıların da kitleleri bu yönde kışkırttığını göz ardı etmemek lazım.
Çünkü politikacılar yetişmiş insanlarda kendileri için siyasi bir tehdit potansiyeli görüyorlar.
“Adam yetiştirmek” deyince kendilerine her alanda sadık, destekçi, muti sekreterler, kesin inançlı militanlar yetiştirmeyi anlıyorlar.
Hasılı seçmeniyle, siyasetçisiyle değişimden korkan, “eski köye yeni adet” istemeyen, statükocu bir toplumuz.
Bir zihniyet değişiminin elzem olduğunu, bunun da ancak toplumun önünde giden iyi yetişmiş zekaların getireceği açılımlarla olacağını hissediyoruz ama bir yandan da onlara güvenmiyoruz.
Bu şizofrenik hâlden eninde sonunda kurtuluruz elbet.
Ama bu ne zaman olur tahmin etmek güç.