Yuval Noah Harari, “Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi” başlıklı kitabında insanlığın açlık, veba ve savaş gibi sorunların üstesinden geldikten sonra, ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık gibi yeni hedeflerin peşinden koşma safhasına geçtiğini savunuyor.
Biyoteknoloji, yapay zekâ ve diğer teknolojik gelişmelerin insanlık üzerindeki potansiyel etkilerini de ele alan Harari’nin, Homo sapiens'in "homo deus"a (tanrı-insan) dönüşümünü ve bunun doğurabileceği etik, sosyal ve siyasi sonuçları tartıştığı kitabında insan zihnini anlamak için kullandığı iki önemli kavram var: “experiencing self” ve “narrating self”.
Kitabı Türkçemize kazandıran Poyzan Nur Taneli bu kavramları “deneyimleyen benlik” ve “anlatıcı benlik” olarak çevirmiş ama ben "tecrübeci benlik" ve "hikayeci benlik" diyeceğim.
Bu iki kavram, şuur, şuuraltı, hür irade, hafıza, kimlik ve mutluluk gibi insana dair temel özellikleri anlamlandırma arayışında oldukça ilgi çekici ve işe yarar görünüyor.
“Tecrübeci benlik” için, an be an yaşayıp edindiğimiz tecrübelerin toplamı diyebiliriz.
Acıktığımızda hissettiğimiz mide kazıntısı, bir çiçeğin kokusunu içimize çektiğimizde duyduğumuz haz, sevdiğimiz birinin elini tuttuğumuzda yaşadığımız sıcaklık, bir müzik parçasını dinlerken hissettiğimiz coşku gibi... Tecrübeci benliğimiz, sürekli bir akış halinde olan, hiçbir zaman durmayan, geçmişi hatırlamayan, geleceği planlamayan, sadece mevcut anı yaşayan yanımız.
“Hikayeci benlik” ise, yaşadığımız tecrübeleri anlamlandırmak, organize etmek ve tutarlı, bütünlüklü bir hikâyeye dönüştürmek için çalışan tarafımız.
Hikayeci tarafımız, tecrübeci tarafımızın kaotik akışını düzenliyor ve "ben kimim", "hayatımın anlamı nedir" gibi sorular için cevaplar hazırlıyor. Hikayeci benliğimizle geçmişi hatırlıyor, geleceği planlıyor ve yaşadıklarımızı ilişkilendiriyoruz. Kendimize bir kimlik, bir kişilik inşa ediyoruz. Ürettiğimiz hikâyelerle hem kendimizi hem de başkalarını ikna etmeye çalışıyoruz.
İnsan tabiatının bu iki tarafı, birbiriyle sürekli etkileşim halinde varlığını sürdürüyor.
Tecrübeci benliğin tecrübeleri, hikayeci benliğin yarattığı kurgunun hammaddesini oluşturuyor. Tabi hikayeci benlik, bu hammaddeyi kendi yorumlarıyla, inançlarıyla, değerleriyle yoğurup şekillendiriyor.
O yüzden birebir aynı şeyleri tecrübe eden farklı kişi ya da gruplar, birbirinden tamamen farklı kanaatler geliştirebiliyorlar.
Mesela Filistin’de yaşananlara şahit olan insanların bir kısmı, gördüklerini “katliam”, “soykırım”, “devlet terörü”, “yargısız infaz”, “insanlık suçu” olarak nitelerken diğerleri “terörle mücadele”, “devletin meşru müdafaa hakkını kullanması” olarak niteliyor. Binlerce masum bebek, çocuk, kadın ve sivilin kanlı cesetlerinin dehşet verici manzaraları bile ikinci grubun “hikayesinde” bir değişikliğe yol açmıyor.
Başka bir örnek de kendi ikballeri için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek siyasetçilerin çıkarttıkları savaşlarda uzuvlarını kaybeden askerlerin, “vatanları için büyük fedakârlıklar yapan kahramanlar” oldukları hikayesi ile kendilerini avutmaları. Onları cepheye süren siyasetçilerin dün dediklerini bugün inkâr etmelerine defalarca şahit olmaları bile onlara “hikayelerini” sorgulatmıyor.
Hikayeci benliğimiz, yaptığımız ve uğradığımız kötülüklere rağmen yaşamayı sürdürebilmemiz için en büyük yardımcımız.
Kendimize ve başkalarına anlattığımız hikâyelere o kadar inanıyoruz ki, gerçekte neler hissettiğimizi unutabiliyoruz. Bu durum, bizi gerçeklikten uzaklaştırabiliyor. Sahte kimlikler, sahte mutluluklar yaratıp, yalanlarla mutlu olmaya çalışıyoruz.
Garip olan şu ki insanların pek çoğunun sımsıkı tutunduğu ve ne olursa olsun değiştirmeye yanaşmadığı hikayeleri, yaşadıkları bazı tecrübelerle değişiverip yeniden yazılabiliyor.
Tecrübeci benliğin, çoğu zaman hikayeci benliğin en iyi hikayelerini bile sabote edebilecek kadar güçlü olabileceğini söylüyor Harari.
Peki nasıl oluyor da bazı tecrübeler hikayelerimizde bir çizik bile oluşturmazken bazıları onları yeniden yazdırıyor?
Bunu da bir sonraki yazıda irdeleyelim...