Ülkemiz insanının sosyal psikolojisi üzerinde yeterince çalışılmış mıdır?
İnsanımızın davranış desenlerini açıklayacak teorilerimiz var mıdır?
Doğrusu bu konuda yeterince analiz, teori, öneri, bilimsel tartışma yok. Ama bu anlaşılabilir bir durum, zira bu konuda fikir üretmek mayınlı araziye girmek gibi, çok tehlikeli.
Bunu tehlikeli hale getiren de yine toplumsal psikolojimiz.
Kolektif zihin yapımızla ilgili değerlendirmeleri, tespitleri soğukkanlılıkla karşılayabilecek bir olgunlukta değiliz.
Ortalama insanımızın muhtelif meseleler karşısında geliştirdiği tutumların temelinde, derin bir “eziklik”, “kifayetsizlik”, “güçsüzlük” hissi ve bunun sebep olduğu ciddi bir “öz güven eksikliği” var.
Bu öz güven eksikliği, her türlü eleştirel değerlendirmenin bir saldırı olarak algılanmasına yol açıyor.
İnsanımız, öz güveni son derece düşük bir ergen misali sürekli pohpohlanma bekliyor, eleştirilmekten, kusurlarından hatalarından bahsedilmesinden ölesiye nefret ediyor.
“Türk milleti”, pratik zekâsından, hızlı intibak kabiliyetinden, “ordu millet” vasfından, kahramanlıklarından, misafirperverliğinden, merhametinden bahsedenleri derhal bağrına basıyor.
Ama madalyonun diğer yüzünden bahsetmek linç sebebi.
Şimdi usulce o mayınlı araziye girip, tespit ettiğimiz bazı noktaları ifade etmeyi deneyelim.
Bir zamanlar üç kıtaya yayılmış geniş bir coğrafyada hüküm süren, bugünün birçok devletini sınırları içinde barındıran koskoca bir cihan devletiyken, yaklaşık iki asırlık süreçte arka arkaya uğradığı mağlubiyetlerle küçülmüş, nihayet küçük bir ulus devletin sınırlarına sığmak zorunda kalmış bir devletin vatandaşlarıyız.
Osmanlı Devleti’nin çöküşünün üzerinden bir asır geçmesine, toprak kaybını durdurup, sınırlarımızı istikrara kavuşturarak yeni bir rejimle yola devam edebilmiş olmamıza rağmen ruhumuzda hâlâ o büyük mağlubiyetin izlerini taşıyoruz.
Yaşanan büyük kayıpların, derin travmaların izlerini silebilmiş değiliz. Bu travmaların atlatılamamış olduğu, toplumumuzun bir çok kesiminde kolayca gözlemlenen bazı davranış kalıplarından anlaşılıyor.
Bir tarafta itilip kakılmışlık, eziklik, mağduriyet, mazlumluk, zayıflık, kifayetsizlik hisleri, diğer tarafta bu hislerin sebep olduğu kin, nefret, korku ve güvensizlik hisleri kol kola girip toplumumuzu hasta ediyor.
Geçmişimizdeki travmalarla yüzleşip geride bırakmamız lazım.
Tarih boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde farklı toplum kesimleri büyük haksızlıklara uğramış.
Amerika’da Kızılderililer, zenciler, Avustralya’da Aborjin ismi verilen yerliler, orta çağ Avrupa’sında kadınlar, geçtiğimiz asrın Avrupa’sında çingeneler, Yahudiler dehşet verici zulümlere maruz kalmışlar. Bu zulümleri hatırlamak, gündeme taşımak, bunları yapanlardan hesap sormak mazlumların en temel hakkı.
Ancak tüm varlığını yaşamış olduğu travma ve mağduriyetler üzerine inşa etmek psikopatolojik bir hâl.
Küçükken istismara uğrayan, haksız yere dövülen, itilip kakılan bir çocuk düşünelim. Büyüyüp kendini savunabilir hâle geldiğinde bu çocuğun uğradığı zulmün hesabını sorması, kendisine kötülük yapanlara hesaplaşarak çocukluk travmalarını ardında bırakması beklenir.
Eğer hesaplaşma imkânı kalmamışsa, mesela zulmü yapanlar artık yaşamıyorlarsa, yapılacak tek şey kalmıştır: Affetmek.
Bu “affediş” acziyetin kabullenilişi gibi değil, harekete mâni ağırlıklardan kurtularak hayata devam edebilme, nefsine itimadını yeniden kazanabilme adına toplumun kendisine yaptığı bir iyilik gibi görülmelidir.
Affetmek için illa unutmak, hiçbir şey olmamış gibi davranmak, olan biteni inkâr etmek gerekmez. Bilakis olan biteni bütün çıplaklığı ile ortaya koymak, belgelemek yardımcı olacaktır.
Ama yaşanan yaşanmıştır ve geçmişin karanlığının bugünümüzü ve yarınımızı gölgelemesine izin vermememiz gerekir.
Eski defterleri kapatarak, geçmişe bir sünger çekerek hayatımıza devam etmemiz gerekir.
İnsanlar ve toplumlar, sağlıklı bir hayat kurup sürdürebilmek için, uğradıkları istismarları düşünüp durmaktan, geçmişin acılarını hayatlarının odağına koymaktan vazgeçmek mecburiyetindedirler.