Sosyal medyada sık sık gördüğümüz sokak röportajları, insanlarımızın bilgi seviyeleri, hakikat algıları ve inançları arasındaki farklılıkları ortaya koyuyor.
Bazen insanlarımıza “Yerli ve milli otomobil imal edebilir miyiz?” , “Uzay aracı yapıp aya astronot gönderebilir miyiz?” türünden sorular soruluyor.
Sorulara cevaplar muhtelif: Kimileri büyük bir bedbinlik içerisinde “hiçbir şey yapamayız” derken, kimileri hulus-i kalple “Elbette yapabiliriz! Neden yapmayalım?” diye cevap veriyor.
Kayda değer bir tahsil görmemiş, teknolojik yahut sınai üretim konularından bihaber insanlarımızın müspet ya da menfi “fikirlerinin” bilgiye, tecrübeye dayanmadığı aşikâr.
Yani karamsar olanların da iyimser olanların da inançları aslında maddi gerçekliğe dayanmıyor. Bu konularda eğitim almış, araştırma yapmış, bilgi sahibi olmuş değiller. Ellerinde istatistikler, bir takım doğru çıkarımlar yapmaları için gereken veriler yok.
Ama güçlü inançları var.
Yani insanlar ellerinde kayda değer, kesin, güvenilir hiçbir bilgi olmadan çok kesin ve keskin inançlara sahip olabiliyorlar.
Dahası o keskin inançların yanlışlığını kesin olarak ispat edecek bilgiler kendilerine sunulsa bile inançlarını değiştirmiyorlar.
Bu neden böyle?
Türkçe’ye “Bilişsel Bilim” diye, kötü bir tekerleme gibi çevrilen “Cognitive Science” sahasında çalışan Hugo Mercier ve Dan Sperber isimli araştırmacılar, “The Enigma of Reason” isimli kitaplarında, insanoğlunda akıl ve mantığın evrimsel bir süreç neticesinde geliştiğinden hareketle şunları ileri sürüyorlar:
Aklımız, soyut, mantıki problemleri çözmek, aşinası olmadığımız yeni verilerden doğru çıkarımlar yapmak üzere değil, toplu halde yaşamanın doğurduğu problemlerle baş edebilmek üzere evrimleşmiştir!
“Akılcı düşünme becerimiz”, beraber yaşadığımız insanlarla koordine olmak, itibar yönetimimizi yapmak ve iletişim problemlerimizi çözmek için adaptasyon çabalarımız çerçevesinde şekillenmiştir.
İçinde bulunduğumuz, kendimizi ait hissettiğimiz grubun mensuplarıyla ters düşmek hayatta kalma şansımızı azalttığı için beyinlerimiz grupla hareket etmeyi önceleyecek şekilde gelişerek bugünkü halini almıştır.
Bir yol ayrımına geldiğimizde doğru yolun hangisi olduğuna, önümüzdeki delil ve bilgilere dayalı analizlerimize göre değil, grubumuzun tercihlerine göre karar veririz.
Bu teori, yine sosyal medyada sıkça paylaşılan sokak röportajlarında, “filanca siyasetçi şunu yapmış, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz” diye sorulunca bahse konu fiile öfkelenen, tepki gösteren kimselerin, soru “o söylediğimizi yapan filanca değil falancaymış” diye değiştirildiğinde yüz seksen derecelik dönüşle, az önce tepki gösterdikleri fiile sahip çıkmalarını da açıklıyor.
Çünkü çoğu insan, elindeki güvenilir delillere dayanarak, tutarlılığını önemsediği bir akıl yürütme neticesinde, iyice düşünüp taşınarak karar alırmış gibi görünse de insanların “fikirlerini” çoğu zaman, içinde bulundukları grubun kolektif tutumu belirliyor.
İnsanların ekserisinin zihni, maddi gerçeklerden ya da soyut prensiplerden hareket ederek hakikati arayıp bulacak şekilde değil, sosyal bir varlık olarak hayatta kalmak için en uygun yolu seçecek şekilde çalışıyor.
Akıl, mantık, muhakeme gibi cihazlarımızı, neye inanacağımızı belirlemek için değil, neye inandığımızı sosyal mensubiyetlerimiz çerçevesinde tespit ettikten sonra, “inançlarımızı meşrulaştırmak” ya da savunmak için devreye sokuyoruz.
Zihinlerimizin yarattığı, “kafamızdaki fikirlerin tamamen bize ait olduğu illüzyonuna” aldanmak hem hoşumuza gidiyor hem işimize geliyor.
Birlikte olduğu kimselerden tamamen farklı bir istikamet seçmekten, “cemaatiyle” ters düşmekten korkmayan, çok az sayıdaki “imalat hatası” kimselerden biri değilsek, aslında kendimize ait, özgün fikirlere sahip olmadığımızı, basitçe yakın çevremizin, kendimizi ait hissettiğimiz grubun ortalama fikirlerini tekrarladığımızı fark bile edemiyoruz.
Kant’ın “Sapere aude” (Kendi aklınla düşünmeye cesaret et!) çağrısı maalesef insanların çoğunun cevap verebileceği bir çağrı değil.