Antik Roma’da, senato tarafından kriz durumlarında cumhuriyeti yönetmesi için olağan dışı yetkilerle donatılarak atanan idareciyi, yani meşru bir siyasi makamı tanımlayan “diktatör” tabiri, modern dönemde anlam kaymasına uğrayarak yeni ve son derece menfi bir mana kazanmıştır.
Bugün “diktatör” diye tavsif edilen liderlerin öne çıkan özellikleri şunlardır:
* İstisnai zamanlardan geçildiğini, böyle zamanlarda istisnai tedbirlere ihtiyaç duyulduğunu ileri sürerek hukuki denetim mekanizmalarını kendileri için geçersiz kılarlar
* Demokrasiyi, temel hürriyetleri askıya alırlar veya göstermelik hale getirirler
* Ülkelerini demokratik mekanizmaları ve yasama organını devre dışı bırakan kararnamelerle yönetirler
Alman düşünür Carl Schmitt, diktatörlüğü “olağanüstü/istisnai hâl” olarak tanımlar ve “egemen, olağanüstü hâle karar verendir” der.
Schmitt’e göre diktatörlüğün iki türü vardır: “Komiser diktatörlüğü” ve “Egemen diktatörlüğü”.
İki diktatörlük türünü birbirinden ayıran, diktatörün yürürlükteki hukuk ile, yani ‘kuralların’ hâkim olduğu düzenle kurduğu irtibat ve meşruiyetini dayandırdığı kaynaktır.
Komiser diktatörlüğü, kriz durumunda anayasayı, onu korumak ve düzeni yeniden tesis etmek üzere askıya alır. Amacı anayasal düzenin yeniden sağlanmasıdır ve müdahalesi bununla sınırlıdır. Meşruiyetini mevcut kurallara dayandırır.
Türkiye’de yapılan askeri darbelerden sonra kurulan kısa süreli diktatörlükler, komiser diktatörlüğüne örnek olabilirler. Darbe dönemlerinde hukuk askıya alınmıştır ama darbeciler düzeni tesis ettikten sonra, herhangi bir dış müdahale olmadan demokrasiye, hukuka, anayasal rejime dönüp iktidarı sivillere teslim etmişlerdir. Meşruiyetlerini de (Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi gibi) mevcut hukuk normlarında aramışlardır.
Egemen diktatörlükte ise, mevcut anayasanın askıya alınması söz konusu değildir; egemen diktatör, varlığını anayasaya dayandırmaz, aksine diktatörlüğünü yeni bir anayasa yapma, dolayısıyla yeni bir düzen tesis etme saikı üzerine kurar ve bu nedenle “kurucu iktidar” olarak ortaya çıkar. Meşruiyetini kanunlara değil halk desteğine dayandırır.
İtalyan düşünür Giorgio Agamben “istisna halini”, bir kamu hukukçusu perspektifinden bakan Schmitt’ten farklı olarak sosyolojik bir perspektife oturtmaya çalışır.
Agamben’e göre “olağanüstü hâl” bir kriz anında mecburen başvurulan geçici bir tedbir değil, bilerek isteyerek oluşturulan kalıcı bir yönetim tekniğidir. Schmitt’in tasnif ettiği “komiser” ve “egemen” diktatörlükleri sadece nicelik açısından farklıdır. İlki kolayca ikincisine dönüşebilir. Yürütmenin başındaki lidere -velev ki geçici bir müddet için olsun- yasama ve yargı erklerini devre dışı bırakacak kararlar alma yetkisi verilirse, o lider bu yetkileri sistematik ve düzenli şekilde kullanarak eninde sonunda demokrasiyi tasfiye eder.
Agamben 2003’te kaleme aldığı “İstisna Hali” kitabında, günümüzde parlamentoların çoğunlukla yürütmenin kanun hükmünde kararnamelerini onaylamakla yetinir hale geldiğini, bunun yasama gücünün giderek aşınmasına sebep olduğunu, “istisna halinin” kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırarak kalıcı bir yönetim uygulamasına dönüştüğünü ifade etmektedir.
İstisna hali, bir taraftan normların yürürlükte olduğu halde uygulanmadığı, diğer taraftan, kanun değeri olmayan kararların kanun hükmü kazandığı bir hâl, kanunsuz bir kanun gücünün belirleyici olduğu bir kanunsuzluk düzenidir.
İtalya’da 1978’de “terörizmin bastırılması” bahanesiyle çıkartılan kanun hükmündeki kararnameden hareket eden Agamben, tüm dünyada kitlelerin güvenlik endişesini istismar eden egemenlerin demokrasinin altını nasıl oyduğunu ortaya koyar. Batı’nın farklı kültürlere ve geleneklere demokrasi dersleri vermek istediği bir zamanda, demokrasinin dayandığı ilkeleri bütünüyle yitirdiğinin farkına varamadığını söyler. Demokrasi şampiyonluğu yapan ülkeler teker teker “olağanüstü hâl” rejimleriyle yönetilmeye başlamaktadırlar.
“Olağanüstü hâl rejimleri” konusunu incelemeye haftaya devam edelim.