Gençlik yıllarımda İngiliz yazar Paul Harrison’un dilimize “Üçüncü Dünyanın Batılılaştırılması” ismiyle çevrilen “Inside the Third World: The Anatomy of Poverty” kitabını okuyup “sömürgeci batılılara” karşı büyük bir hınçla dolmuştum.
Tam o kitabı okuduğum günlerde, yeni Müslüman olup kendine Abdurrahman ismini koymuş bir İspanyol genç ile tanışmıştım.
Abdurrahman’a büyük bir heyecanla okuduklarımı anlatmış, aramıza katılan taze bir Müslüman olarak, hain “batılılara” yönelttiğimiz “hınca” ortak olmasını istemiştim.
Abdurrahman beni dinledikten sonra hiç ummadığım bir cevap vermişti:
- “Benim tanıyıp büyük bir heyecanla kabul ettiğim İslam dininde Müslüman öyle bir kimsedir ki, eğer Allah’ın emrettiği gibi yaşarsa, bırak Batılıları şunu bunu, şeytanın bizzat kendisi bile ona zarar veremez!”
Bu beklenmedik cevabı alınca önce sarsılmış, sonra yavaş yavaş hayatımızdaki olumsuzluklardan hep başkalarını sorumlu tuttuğumuzu, problemi hiç kendimizde aramadığımızı fark etmiştim.
Bu, özgüveni düşük, ezik insanların psikolojisiydi. Kurtulmamız gereken hastalıklı bir duyguydu.
Dünya, hayat, güç, refah tasavvurlarımızda bir problem vardı.
O problem, yaşadığımız anakronizmdi.
Tarım toplumunun yaşandığı binlerce yıl boyunca, insanlar işe yarar “kaynakların” sınırlı olması gerçeğiyle yaşadılar.
Sınırlı miktardaki verimli toprakları, içilebilir suları, kıymetli madenleri ile dünya “büyüklüğü sabit bir pasta” gibiydi.
Refahının arttırmanın yegâne yolu, başkalarının tepesine çöküp, pastadaki paylarını gasp etmekten geçiyordu.
O yüzden dünyanın bütün milletleri için zenginleşmenin en önemli aracı fetihlerdi.
Fakat önce sanayi devrimi, sonra bilişim devrimi ile bu dünya tasavvuru değişmeye başladı.
Fabrikalar kurup, ucuz ve seri şekilde ürettikleri kumaşları, ayakkabıları, otomobilleri, silahları dünyaya satanlar, fetihlere, işgallere girişmeden refah seviyelerini yükselttiler.
Ama hala hammaddeye ihtiyaç vardı.
Bilişim devrimi ile geçilen bilgi toplumunda, o hammaddelere duyulan ihtiyaçlar da iyice azaldı.
Dünyada en çok para eden meta, pek az maddi kaynak kullanılarak üretildikten sonra hemen hemen sıfır maliyetle istenildiği kadar kopyalanabilen yazılımlar oldu.
Bugün dünyanın en zenginleri listesinin tepesinde yer alan Elon Musk, Jeff Bezos, Bill Gates, Larry Page, Sergey Brin, Steve Balmer gibi isimler, servetlerini fetihlere, işgallere, sömürülere değil, bilgi toplumu metalarını üretip satmaya borçlular.
Son otuz yıl içinde hayatımıza giren bilgisayar, internet, ofis, online alışveriş ve bankacılık yazılımları, arama motorları, yapay zekâ ve akıllı telefon uygulamaları, Netflix, AirBnB, Uber gibi platformlar, Pay Pal gibi ödeme sistemleri, Bitcoin gibi kripto paralar, bilgi toplumunun yeni zenginleşme araçları.
Bu yeni teknolojilerin ve metaların üreticisi olan ülkeler ve insanlar zenginliklerine zenginlik katarken, tüketici konumuna sıkışan diğer ülkelerin vatandaşlarına, onların başarılarının ve zenginliklerinin dedikodusunu yapmak, mızmızlanmak ve komplo teorileriyle oyalanmak düşüyor.
Yaşanan dönüşümü kavrayamayan, kavrayamadıkları için geri kaldıklarını fark edemeyen, geri kalmış ülkelerin insanları arasında, “Onlar bizi sömürerek zenginleştiler, bugünkü refahlarını dünyanın dört bir yanından çaldıkları zenginliklere, köleleştirip emeklerini istismar ettikleri üçüncü dünya vatandaşlarının alın terine borçlulardır” türünden fikirler kolayca müşteri buluyor.
Fakat -bir parça haklılık payı içerseler de- bu tür argümanlar, genel olarak o anakronik dünya tasavvurunun ürünü.
Dünya artık “büyüklüğü sabit bir pasta” değil.
Refahı arttırmanın ancak herkesten güçlü olup başkalarının hakkını gasp etmekle, başkasının hakkından çalmakla mümkün olabileceğini varsayan ilkel dünya tasavvuru bugün artık geçerli değil.
Teknoloji her gün, daha önce hiç var olmamış “pastalar” üretiyor.
O yeni pastalardan pay almanın ya da yeni pastalar üretmenin yolu savaşmaktan değil çalışmaktan, üretmekten geçiyor.
Zihniyetimizi güncellememiz şart.
Yoksa bu anakronik tasavvurun bileklerimize taktığı prangalardan kurtulamayacağız.