Haidt -çoğumuzun sandığının aksine- aklımızın, mantığımızın hislerimize yön vermediği, bilakis hislerimizin aklımızı kontrol ettiği tezini ileri sürüyor.
Yani, önce öğrenip, anlayıp, bilip sonra inanmıyoruz. Tam tersine, önce gönül verip inanıyor, iman ediyor, sonra aklımızı, inançlarımızı destekleyecek rasyonel deliller bulmak için kullanıyoruz.
Peki ilk başta insanın neye inanacağını belirleyen ne? Sonuçta inançlarımızı aklımızın ermesinden itibaren “öğrendiklerimiz” belirlemiyor mu?
Haidt, ampirist filozof John Locke’un “zihinlerimiz doğduğumuzda boş bir levha gibidir, doğuştan getirdiğimiz hiçbir şey yoktur, her şey tecrübe edilerek öğrenilir” tezine ve “tabula rasa” kavramlaştırmasına şiddetle hücum ediyor ve bunun psikolojideki “en berbat fikir” olduğunu ileri sürüyor.
Haidt psikoloji alanındaki yeni bulgulara dayanarak, insanların fiziksel ve sosyal dünyalar hakkında çok şey “bilerek” dünyaya geldiklerini, insan beyninin doğumdan itibaren bir “taslak” altyapı sunduğunu ve tecrübelerin bu hazır altyapıya sadece biraz şekil verdiğini iddia ediyor.
Haidt’e göre, yaşadığımız siyasi kutuplaşmanın temelinde, doğuştan getirdiğimiz donanımımızın bizi, ahlakı belirleyen esaslar hususunda ayrışan iki gruptan birine itmesi yatıyor. Ona göre insanların siyasi ideolojileri, şu altı temel “duygusal” ayrışma noktasında kendilerini fıtraten ne tarafa yakın hissettiklerine göre şekilleniyor:
1. Koruma/Umursama
2. Doğruluk/Adalet
3. Gruba saygı/Sadakat
4. Otoriteye saygı
5. Kutsala saygı
6. Baskı/Tahakküme rıza
Bunların ilk ikisi, neredeyse tüm insanlar için ahlakın en önemli temellerini oluşturuyor.
Kendi çıkarları için başkalarına zarar vermek, kendisinden başkasını umursamamak ahlaksızlık olarak görülürken, empati yapabilmek, başkalarının acılarını, sıkıntılarını görüp bunlara çare aramak ahlak sahibi insanların kârı sayılıyor.
Aynı şekilde, yalan söylemek, sahtekârlık, dolandırıcılık yapmak “ahlaksızlığın”, âdil ve dürüst olmak “ahlaklı olmanın” işareti olarak değerlendiriliyor.
Fakat “ahlaklı davranışın” ne olduğu, hangi davranışların “ahlaksızca” nitelendirilmesi gerektiği konusunda herkesin benimsediği bu ilk iki maddede bile ayrışmalar söz konusu.
Mesela bir grup, diğerlerinden daha çok çalışıp, alnının teriyle daha çok para kazananlardan daha çok vergi almanın “âdil olmadığını”, dolayısıyla “ahlaksızlık” olduğunu düşünürken diğer grup her yanda muhtaçlar, fakirler varken zenginleri daha çok vergilendirmemenin “ahlaksızlık” olduğunu düşünüyor.
Haidt’e göre bu tip ayrışmalarda seçtikleri saflar ve geri kalan dört maddeye bakışları insanları “sağcılar” ve “solcular” olarak iki farklı “evrensel” kategoriye yerleştiriyor.
Sağcılar altı maddenin hepsini ahlakın belirleyici unsurları olarak algılarken “solcular” için son dört madde pek fazla anlam ifade etmiyor.
Sağcılar için bir insanın içinde bulunduğu gruba, cemaate, millete bağlılık göstermemesi, grubunun dinamikleri ile hareket etmemesi “ahlaksızlık” kabul edilirken, solcuların perspektifinden özgür bireyler için bu gayet normal bir şey gibi görünüyor.
Sağcılar için otoriteye (lidere, devlete) saygısızlık yapmak, itiraz etmek, baş kaldırmak çok yanlışken solcular için ahlaki bir sorun teşkil etmiyor.
Sağcılar “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi “kutsal” değerlerin asla tartışmaya açılamaz olduğuna inanırken solcular bunların tartışılmasında mahzur görmüyorlar.
Sağcılar, gerekiyorsa sosyal stabilite uğruna özgürlüklerin sınırlanabileceğini, baskıların uygulanabileceğini, insanların hayatlarına müdahale edilebileceğini düşünürken solcular tahakkümü hiç kabul edilebilir bulmuyorlar.
Bu konuya inşallah önümüzdeki hafta devam edeceğiz.