Her insan “kıymet görmek”, kendini “kıymetli” hissetmek ister.
Abraham Maslow’un meşhur ihtiyaçlar piramidinin dördüncü basamağında tanımladığı ihtiyaçlar, önceki basamakları iyi kötü aşmış herkes için çok mühim ihtiyaçlardır:
“Başka insanlardan saygı ve itibar görmek, takdir edilmek, kıymetli sayılmak, statü kazanmak, tanınmak, şöhret ve prestij sahibi olmak ve bunlara istinaden istikrarlı bir “özsaygı” ve kuvvetli bir “özgüven” hissi geliştirmek…
Mezkûr hâle ulaşmak için “gerçek” (yani kurmaca ya da itibari/göreceli olmayan) bir kapasitenin sahibi olmak ve “gerçek başarılara” imza atmak gerekiyor.
Bu “gereklilik” pek çok insanın üçüncü basamaktan dördüncü basamağa geçişinin önünde büyük bir engel olarak yükseliyor.
Dünyaya, kavrayıcı akıl, yüksek zekâ, hızlı düşünme kabiliyeti, müthiş el becerileri, sanatçı ruhu gibi lütuflarla gelen insanların sayısı çok fazla değil. Onların bile bir kısmı çeşitli imkansızlıklardan veya şanssızlıklardan dolayı potansiyel kapasitelerini kullanamayabiliyorlar.
Bu durumda “dördüncü basamağa” tırmanmanın yolu “deli gibi çalışmaktan” geçiyor.
Çünkü çalışmak, kapasitem yetersiz diye pes etmek yerine, o kapasiteyi çalışarak oluşturmak, “miras değil alın teri” diye övünülebilecek bir başarıya giden yolun sağlam taşlarını seriyor insanın ayağına.
Hayatta takdir ve itibar gören pek çok insan kendi başarısının mimarı, mühendisi, işçisi.
Maalesef pek çok insan, çok zahmetli görerek, vermesi gereken emeğin büyüklüğünden ürkerek bu yola girmiyor.
Ama dördüncü basamağa çıkma arzusundan da vazgeçmiyor!..
Peki, çalışmadan, gayret etmeden, üretmeden, kendini “yaptıklarıyla” ispat etmeden toplum gözünde saygınlığa nasıl ulaşır insan?
Acı ama doğru cevabı verelim: Ulaşamaz!..
Ama işte burada devreye, insanların bu hallerini istismar ederek onlar üzerinden itibar ve iktidar devşiren uyanık tipler giriyor.
Hiçbir şey yapmayan, yapmaya niyetleri de olmayan, ama yine de toplum nezdinde saygı ve takdir görmek, değerli hissetmek isteyen insanlara “üzülmeyin” diyorlar:
* “Hiç bir şey yapmanıza, hiçbir şey için çalışıp çabalamanıza lüzum yok, sizin halihazırda olduğunuz şey kıymetli sayılmanız için yeterlidir!.. Müslüman mısınız? O zaman ‘kafirlerden’ daha saygıdeğer, daha üstünsünüz. Diğerleri cehenneme gidecek, bir tek siz cennete gideceksiniz!.. Bunun için ölene kadar Müslüman kalmanız yeterli!..”
Yahut başka bir yandan yaklaşıyorlar:
* “Yahu siz Türk değil misiniz? O zaman vatanın gerçek sahipleri sizsiniz! Zaten doğduğunuzdan beri damarlarınızda sizi diğer milletlerden üstün yapan asil bir kan dolaşıyor. Siz tanrı tarafından seçilmiş necip bir milletin fertlerisiniz…”
Kimliğe dayalı kıymet çemberinin çapı ihtiyaçlara göre ayarlanabiliyor:
* “Ahirette azap melekleri sizi cehenneme götürmek için yakalarlarsa korkmayın! Onlara Nakşibendi tarikatının hâlidî kolundan olduğunuzu söylerseniz bırakırlar!”
Misaller çoğaltılabilir…
Bu şekilde insanlar doğru şeyler “yaparak”, gayretleriyle, emekleriyle, alın terleriyle değil de sadece kim ya da kimlerden yana olduklarına göre (hem de her iki alemde) saygınlık makamına yükselebilecekleri yalanını kendilerine satanlara kanıveriyorlar.
Bu tatlı, alanı da satanı da memnun eden illüzyonu bozmak hiç kolay değil, ama yine de uyarımızı yapalım:
* Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist ya da ateist olmak, kimseyi bu dünyada başka dinlerin mensuplarından üstün yapmaz.
* Türk, Kürt, Arap, Suriyeli, Çinli, Amerikalı, İngiliz ya da Alman olmak kimseyi diğer milletlerin mensuplarından daha saygıdeğer yapmaz.
* Ehl-i sünnetten olmak, Alevi, Bektaşi, Nakşi, Süleymancı, Nurcu olmak, kimseye kendi yapıp ettikleriyle edindiği itibarın üzerinde bir itibar kazandırmaz.
* Solcu, Sağcı, Kemalist, İslamcı, Marksist, Batıcı, Ülkücü, Liberal, Beyaz Türk, falanca derneğin üyesi, filanca okulun mezunu olmak, kimseyi daha az ya da daha çok kıymetli yapmaz.
Hulasa küçük veya büyük bir sosyal gruba mensup olmak, belli bir ırktan olmak, belli bir inancı benimsemiş olmak kimseyi “dördüncü basamağa” taşımaz.
Mühim olan ne “olduğumuz” değil ne “yaptığımızdır”.