Medeniyetlerin varoluş maceralarında “değerler” ve o değerlerden üretilen “prensipler”, “kurallar” önemli bir rol oynuyor.
Bir toplum olmanın ön şartı, yazılı olsun olmasın insanların sosyal sözleşmelere riayet etmesinden geçiyor.
Sokakta birisinin boğazımıza bıçak dayayıp bizi soymayacağından emin olarak yürüyebiliyorsak bunu, insanlarının büyük kısmının seküler ya da dini prensiplere, kurallara riayet etmesine, etmeyenlerin de cezalandırılacaklarına inanmasına borçluyuz.
Toplumsal barışın temini için, kuralların zengin mi fakir mi, güçlü mü zayıf mı diye bakılmaksızın herkese eşit olarak uygulanması gerekiyor.
Bu barışı sağlamak da muhafaza etmek de hiç kolay değil.
Fakirken, azınlıktayken, güçsüzken, bahse konu ilkeleri hayatlarının merkezine yerleştirenler, kendilerini yeterince güçlü hissetmeye başladıkları andan itibaren aynı merkeze gücü, parayı, menfaatlerini koymaya başlıyorlar.
Güce uzak oldukları zamanlar “faziletli (erdemli) bir hayat” sürmeyi en önemli gaye olarak benimseyenler, güç kazandıklarında tüm var oluşlarını, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya çalıştıkları bir ölüm kalım savaşına indirgiyorlar.
Peki yaşadıkları bu dramatik dönüşüm neticesinde, uzunca bir zaman savunup durdukları “değerler” ile şimdi işlemeye başladıkları “fiiller” arasındaki makasın giderek açılması onları rahatsız etmiyor mu?
Ediyor elbette! Hem de nasıl!
Psikologların bilişsel çelişki dedikleri ruh haline savruluyorlar.
Tutarsızlıklarından kaynaklanan huzursuzluklarını gidermek için hem kendilerini hem çevrelerini ikna edecek argümanlar aramaya başlıyorlar.
En kolayca benimsedikleri argümanlar şunlar oluyor:
1- Güçlenince hakikati gördük: Hayatta orman kanunundan başka kanun yokmuş.
2- Düşmanlarımız, muarızlarımız, rakiplerimiz çok güçlüler ve hiçbir kural tanımıyorlar.
3- Güçlü olan zayıfı yiyor. Bütün mesele bir ölüm kalım (yahut beka) meselesi.
4- Yenilmemek için en az düşmanlarımız kadar güçlü, zalim, hilekâr, namussuz, acımasız ve kural tanımaz olmak zorundayız.
5- Bir zamanlar önemli olduklarını sandığımız, ama gerçek hayatta karşılıklarının olmadığını gördüğümüz bir takım soyut prensiplere göre hareket etmek, hayat mücadelesinde dezavantajdan başka bir şey getirmiyor. Ayağımıza bağ oluyor. Bunlardan kurtulmak zorundayız!
Atalarımız iktidar sahiplerinin adeta sarıldığı bu argümanları, “dinsizin hakkından imansız gelir” sözüyle özetlerken, aslında “dinsiz” karşısında “imansız” olmayı da meşrulaştırmışlar.
“Dinsiz düşman karşısında imansız olmanın” halk nezdinde kabul gördüğünü bilen yöneticilerimiz de tarih boyunca amansız (ve elbette dinsiz) düşmanlarla mücadele ettiklerini ileri sürerek ahlaki, dini, hukuki kısıtları ihlal etmelerine mazeret bulmuşlar.
İşte yakın tarihten bir örnek. Bakın Kazım Karabekir hatıralarında neler anlatıyor:
10 Temmuz 1923’te Ankara İstasyonu’ndaki Kalem mahsus binasında fırka nizamnamesini müzakereden sona Gazi ile yalnız kalarak hasbıhallere başlamıştık.
-“Dini ve ahlâkı olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar.” dediler.
Kendisini hilâfet ve saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen M. Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahatı verdi:
- Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.
(Kaynak: Uğur Mumcu’nun 10-29 Haziran 1990 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı, daha sonra Tekin Yayınevi’nden kitap olarak çıkardığı “Kâzım Karabekir Anlatıyor” başlıklı yazı dizisi.)
“Dinsizle” mücadele adına “imansızlık” yapmanın, verilen mücadelenin kendisini anlamsızlaştırdığını, kötüyle ondan daha kötü olarak mücadele edemeyeceğimizi görmek zorundayız.
İyisi mi gelin biz bu atasözümüzü şöyle değiştirelim:
Dinsizin hakkından imansız değil, ancak ahlak ve prensip sahibi olanlar gelebilir.