Dönüp tarihe baktığımızda, 20. asra kadar toplumsal sözleşmelerimizin çerçevesini hep dinin belirlemiş olduğunu görürüz.
Uzun asırlar boyunca dindaşlarımızla ve dinimizden olmayanlarla nasıl ilişkiler kuracağımızı, birbirimize karşı haklarımızın neler olduğunu, sınırlarımızı, hürriyetlerimizi, hulasa “kamusal alanda” nasıl hareket edeceğimizi, benimsediğimiz dinin ölçüleri belirledi.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada farklı dinlere inanan “cemaatlerin” kendi içlerinde “kendi hukuklarını” uyguladıkları, Müslümanların, Ermenilerin, Rumların kendi köylerinde mümkün olduğunca yalıtılmış halde yaşayıp birbirleri ile fazla temas etmeye mecbur olmadıkları pre-modern dönemlerde bu durum, çok da problem teşkil etmiyordu.
Fakat modernite kasırgası başlayıp, farklı dinlerin mensubu olan vatandaşlarımız İstanbul, Selanik, İzmir gibi kozmopolit şehirlerimizde toplanmaya başlayınca işin rengi değişti.
Özellikle 19. asrın sonlarından itibaren temas yüzeyleri hızla artan, farklı dinlerden, farklı ırklardan insanların kamusal alandaki haklarının nasıl belirleneceği mevzuu bizi kaçınılmaz biçimde toplumsal sözleşmeyi seküler ilkelere dayalı bir anayasa ve ona uygun kanunlar üzerinden yapma noktasına getirdi.
Çünkü giderek, biz “millet-i hakimeyiz”, topraklarımızdaki azınlık unsurlar da "millet-i mahkûmedir", biz çoğunluğuz, güçlüyüz o yüzden farklı dinden ve ırktan olanlar isteseler de istemeseler de bize boyun eğmek, ikinci sınıf bir vatandaşlığı, -hatta bir nevi köleliği- kabul etmek zorundadır iddiası, modern dünyada savunulabilir olmaktan çıkıyordu.
Dinine, diline, ırkına bakılmaksızın tüm vatandaşlarının eşit hak ve hürriyetlere sahip olduğu, modern bir devlete evirilmeye mecburduk.
İkinci meşrutiyet sonrasına ve Cumhuriyetin kuruluşuna, bu yöndeki çabalarımız damga vurdu.
Maalesef bu çabaların yoğunlaşmasından bir asır sonra, toplumsal sözleşmemizi hala sağlam bir zemine oturtabilmiş değiliz.
Kağıt üzerinde kanun karşısında herkes eşit. Ama hepimiz biliyoruz ki pratikte bazıları daha eşit!
Hala “kaba kuvvet”, “siyasi nüfuz” ve “birincil ilişkiler” (akraba, köy, cemaat, hemşehri ilişkileri) cari kanunlardan daha belirleyici olabiliyor.
Hatta bunlar, kanunların arkasını dolanmanın, kuralları esnetmenin en kullanışlı aracı olarak kullanılıyor.
Dinin bu konuda tek belirleyici olduğu eski zamanlardan günümüze aktarılan bir atasözümüz var: "Dinsizin hakkından imansız gelir"
Bugün, toplumumuzda hala yaygın kullanılan bir söz bu.
Ama dinsiz de, imansız da iki anlamlı olarak kullanılıyor.
İkisi de asıl anlamlarının yanında, herhangi bir kurala uymayı reddeden, toplumsal sözleşme falan tanımayan kişileri tanımlamak için kullanılıyor.
Sağlam, çalışan, sonuç alan bir adalet sistemi inşa edemeyince, onun yerine yerleştirdiğimiz çürük yapıyı kolayca delip geçebilenlerin (yani “dinsizlerle imansızların”, yani Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayanların) büyük avantajlar elde ettiği bir dünya kurmuş olduk.
Tabi bu sağlıksız ortamda bile kanunları “delip geçmek” hala cesaret istiyor.
Çünkü kanun tanımamanın kendilerine bir avantaj sağlamaya devam etmesi için kitlelerin her şeye rağmen kurallara uymaya devam etmesi gerektiğini bilenler, bu konuda cüret gösterenleri sert cezalarla korkutarak caydırıyorlar.
"Dinsiz" ile ancak “imansızın” başa çıkabileceğine inanıyor olmamız ne kadar acı!
İyi, doğru, adil bir sistem kurma konusunda o kadar ümitsiziz ki, kural tanımayanlarla (“dinsizlerle”) mücadele için onların karşısına başka bir kural tanımazı (“imansızı”) sahneye çıkarmaktan başka çareye inanmıyoruz.
Dahası “dinsizle” sözüm ona mücadele edenlerin “imansızlıklarının” hoş görüyoruz!
Bu tavizimiz ile başımıza yeni belalar sarmış olacağımızı kavrayamıyoruz!
Ya “dinsize” ya “imansıza” mahkûm olduğumuz fikrini aklımızdan çıkarmak zorundayız.
Kanun, kural, toplumsal sözleşme tanımayan “dinsiz” ve “imansızları” alkışlamaktan vazgeçmeliyiz.
Herkes için tavizsiz ve ayrıcalıksız uygulanacak kanunlar yapıp yürürlüğe koymak mümkündür.
Halk olarak bize düşen buna inanmak ve bunu talep etmektir.