Hayatta, işler istediğimiz gibi gitmiyor.
Bizi huzursuzluğa ve mutsuzluğa sevk eden gelişmeler var. Bu gelişmeler karşısında aldığımız tutum, olan biteni kavrama şeklimiz ve zihnimizi şekillendiren algılar, meselelerimizi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Hatta bizi çokça tedirgin eden problemler, bazen “düşünme şeklimizden” neşet edebiliyor.
Düzeltmemiz, değiştirmemiz gereken yanlış bakış açılarımız, menfi düşüncelerimiz var.
Bizi verimsizliğe, atalete ya da en önemlisi acziyete ve umutsuzluğa sevk eden “yanlış” düşünceler.
Mücadele edilmesi gereken düşünceler…
Mesela şunlar gibi:
“Büyük kötülüklere, haksızlıklara, zorbalıklara şahit oluyoruz. Ama bunların karşısında yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Dünya böyle gelmiş böyle gider. Düzen böyle kurulmuş. Bir şey yapılabilecek olsa bile bunu yapacak olan biz olamayız. Kötülüğün böylesine teslim aldığı bir dünyanın gidişatını değiştiremeyiz. Dünyayı çekip çeviren çok büyük güçlerle ve onların sebep olduğu kötülüklerle baş etmeye gücümüz yetmez. Sonsuz maddi ve teknolojik imkanlara sahip devletlerin, şirketlerin ve bir takım gizli örgütlerin insafına kalmış durumdayız.”
Hissettiğimiz güçsüzlük ve acziyet hisleri bizi içten içe yiyip bitiriyor, depresyona sürüklüyor.
İçlerindeki duygusal boşluğu doldurabilmek ümidiyle kendi evlerini çöp eve çeviren kimseler misali, kendi ellerimizle evlerimize taşıdığımız işe yaramaz “şeylerin” yavaş yavaş hayatımızı ele geçirmesine müsaade edip, bir noktadan sonra artık evimizi derleyip toparlama ve temizleme imkânı kalmadığını, o işe yaramaz ıvır zıvır olmadan yaşamamızın mümkün olmadığını düşünmeye başlıyoruz.
Ve kendimizi kötü kokan çer çöple yaşamaktan başka çaremiz olmadığına inandırıyoruz.
Bu marazi halden kurtulabilmemiz için başımıza gelenlerin “kendi yapıp ettiklerimizin bir neticesi” olduğunu hatırlamamız şart.
Gidip kafasını sehpaya çarptığında, annelerinin dikkat telkin etmek yerine sehpayı dövdüğü çocuklar olarak yetiştirilmişken, fiillerimizin mesuliyetini üstlenmemiz biraz zor ama o fasit daireyi kırmak zorundayız.
Hayatımızdaki “kötülük” dışarılardan gelmiyor.
Dünya bizi tuzağa düşürmek üzere sabah akşam planlar yapan hain düşmanlarla dolu falan değil.
“Düzen böyle kurulmuş” derken sakladığımız, o düzeni kuran ve yaşatan “özne” bizzat kendimiziz.
“Böyle gelmiş” dediğimiz düzenin “böyle gelmiş” olmasının sebebi de “böyle gitmesinin” sorumlusu da biziz.
Hayatımızı bir çöp evde tüketmemek için yapmamız gereken, silkinip kendimize gelmek.
Unutmayalım ki tarihin her devrinde zulmün koyulaştığı zamanlar oldu ama eğer atalarımızın tamamı yukarıda bahsettiğim gibi düşünseydi, bir şeyleri değiştirme, ıslah etme iradesi göstermeseydi, bugün hayatımızın vazgeçilmezi olarak gördüğümüz, hak, hukuk, demokrasi, eşitlik gibi unsurların hiçbirine sahip olamazdık.
Peygamberler toplumlarını değiştirebileceklerine inanmasalar görevlerini yapamazlardı.
Güçlü olanın haklı sayıldığı orman kanununun ötesine geçtiysek, bu bir şeylerin değişmesi gerektiğine inanıp bu yolda irade gösteren, hatta bunun uğrunda fatura ödemeyi göze alanlar sayesinde oldu.
Çevremizi saran kötülüklerle mücadele edebiliriz ve etmeliyiz.
Herkes kendi hayatının figüranı değil başrol oyuncusu olduğunu, kötülerle ve kötülükle önce kendisi sonra çocukları için savaşması gerektiğini hatırlamalı.
Dünyada insanoğlunu üstün kılan şey, organize olup birlikte iş yapabilme kapasitesi. Devletler, şirketler, bütün büyük organizasyonlar bizim gibi insanlardan oluşuyorlar. Güçlerini tek tek bireylerden alan bu organizasyonlar büyüyüp güçlendikçe evet “ejderhalaşıyorlar” ama bir yandan da hareket kabiliyetlerini yitirip hantallaşıyorlar. Kendilerini oluşturan yapıtaşları olan insanları vazgeçilmezliklerine, gerekliliklerine ve güçlerine ikna edebildikleri ölçüde güçlüler.
Kendi güç verdiğimiz, kendi elimizle var ettiğimiz yapılar karşısında acziyete düşmemiz çok anlamsız.
Bu dünya bizim eserimiz: Kötü olmasına izin verirsek kötü, onu ıslah etmeye gayret edersek iyi olur.
İyiliği de kötülüğü de besleyip büyüten biziz.
Başka kimse değil!