Bir dostum anlattı: Çalıştığı devlet kurumunda yaklaşık on senedir taşeron işçilik yapan bir elemanla sohbet ederken “Senelerdir kıdem tazminatın birikmesin diye her dönem sonu işten çıkartılıyor, sonra yeniden işe alınıyorsun. Bu adaletsizlik. Seni kadroya alsalar, memur olsan herhalde daha bir şevkle, canla başla çalışırdın değil mi?” diye sorunca adam şöyle cevap vermiş:
- Yok ağabey ne diyorsun! Memur olsam daha da çalışmam! Yatarım. Baksana diğer memurlara! Bizim gibi çalışan var mı? Bizim de o günlerimiz gelecek inşallah ama biraz daha dişimizi sıkmamız lazım!
Yazılım şirketi sahibi bir başka dostum bir devlet kurumunda memur olmak üzere şirketindeki görevinden istifa edip ayrılan genç mühendisin kendisine şöyle dediğini nakletti:
- İşe başladığım yerde hem maaş yüksek hem de neredeyse hiç iş yapılmıyor. Kimse ne yaptın diye sormuyor. Hemen hemen hiç çalışmadan çok iyi paralar kazanacağım. Bu kaçırılmaz bir fırsat!
Ben de başka bir devlet kurumunda son model dizüstü bilgisayar tahsis edilen bilgisayar mühendisi yeni memurun “haydi iyisiniz, harika bilgisayarlar aldınız” sözüne karşı sıkıntıyla şöyle dediğinin hikayesini dinlemiştim:
- Evet bilgisayar iyi ama şimdi bunu verdiler diye bizden iş falan bekleyebilirler!
Bu, karşısında dehşete düşmemiz, üzerinde derin derin düşünmemiz gereken bir tablodur.
Genç insana “delikanlı” denmesi boşuna değildir.
Genç insanın damarlarında dolaşan yakıcı “adaletsizliklere isyan” duygusu ve avuçlarında hissettiği dünyayı ıslah etme kudreti, gençlikleriyle beraber heyecanlarını, ideallerini, “delikanlılıklarını” kaybetmiş ihtiyarların gözünde geçici bir “deliliktir”.
Peki, bizim gencecik insanlarımızın gençlik enerjilerini bir anda emip tüketiveren, daha yirmili yaşlarının başlarında onları sünepeleştirip, “yaşayan ölülere” çeviren nedir?
Bağlasak durmaması, idealleri uğruna koca dağları delmeyi işten bile saymaması gereken gençleri biraz para, biraz tatil ve tembellik vaadi karşılığında ömür boyu esarete razı eden kahrolası anlayışın müelliflerini nerede aramak gerekir?
Rahmetli Nurettin Topçu altmış sene önce şu tespiti yapmıştı:
“Hakk’a götüren yolda yürürken uğradığı muvaffakiyetsizlikler, son neslin yollarını şaşırttı. Şüphe yok ki ümitsizlik, imansızlığa götürür. Kendine güvensizlik, kuvvete teslim eder, iradenin gevşemesi kaderci yapar. Böyle çeşitli zaafların ve gençliğin ruh kuvvetlerini karşılayan engellerin gittikçe çoğalması, ne bahasına olursa olsun muvaffakiyete söz vermiş olanlarda zarurî olarak yol değiştirmeler doğurdu. ../.. Hak yolculuğuna çıkan nesil, bu yoldan da gayeye ulaşılır ümit ve vehmi ile harekete geçerek şuurunu uyuşturan heyecanlarıyla bu yollarda yürüdü. ../.. Kaidelerle yaşamanın sıkıntı ve ıstıraplarından bunalan gençlik, bu kaideleri yaşayanların, artık samimi bir ideal peşinde olmadıklarını, bu yaşayışın onlarda ruh kuvvetini artırmadığını görünce; kendisine ağır yük olan bütün kaideleri varlığından fırlatarak attı.” (Türkiye’nin Maarif Davası, s.22)
Sadece gençler değil, çoğumuz hayatımızda yanlış giden şeyleri düzeltebileceğimize, köhne sosyal yapıları ıslah edebileceğimize, yolsuzluk ve adaletsizliklerle mücadele edebileceğimize, yeni bir dünya kurabileceğimize inanmıyoruz.
Minimum eforla maksimum konfor peşindeyiz. Çalışmayı, üretmeyi, koşmayı, terlemeyi kaçınılacak bir şey olarak görüyoruz.
Halinden memnun “bankamatik memurlarının”, henüz kırklı yaşlarındayken emekli olabilmek için yanıp tutuşanların ülkesinde yaşıyoruz.
Bu, top yekûn çürümemizin hazin tablosudur.
Yakıcı soru şu: Özellikle ümidimiz olan genç nesiller de bu vaziyetteyken çürümeyi kim durduracak?
Barış Manço gibi kitleleri bilgece ikaz edenler hayattan çekildikçe yerlerini dolduramamış olmamız çürümeyi hızlandırmış olabilir mi acaba? Rahmetli ne büyük güzel söylemişti zamanında:
Şam ipeğinden urba giysen bile
Zemzem suyuyla yıkansan bile
Dünya ahret bir keyif sürmek için
Mutlak dökmeli helal alın teri
Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür dersen
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma