ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, dünyanın en etkili diplomatlarından biri olarak biliniyor.
Sadece bir siyasetçi olarak değil, aynı zamanda bir akademisyen olarak dünya tarihini en iyi anlayan ve yorumlayan kişilerden sayılan Kissinger, geçtiğimiz yıl doksan dokuzuncu yaşını “Leadership: Six Studies in World Strategy” (Liderlik: Dünya Stratejisiyle İlgili Altı Çalışma) isimli bir kitapla taçlandırmıştı.
Wall Street Journal gazetesinde 26 Mayıs 2023 günü yayınlanan bir makaleye göre bugün itibarıyla artık yüz yaşında olan Kissinger, çok sayıda Amerikalının Amerikan ilke ve kurumlarına olan güvenini, hatta inancını kaybettiğinden yakınmış. Dünya muazzam bir teknolojik ve stratejik değişimden geçerken bu durumun özellikle tehlikeli olduğuna dikkat çekmiş. İnsanların bu konularda inançlarını yeniden tesis edecek bir proje ve bu projeye liderlik edebilecek siyasetçi ve devlet adamlarını bulmanın çok acil bir gereklilik olduğunu söylemiş.
Kissinger’in ikazı her ne kadar ABD hakkında olsa da bütün dünyada benzer bir kriz olduğu ortada.
Post-truth çağında insanlık, inanacağı, peşine düşeceği yeni bir hikaye bulmakta zorlanıyor.
Değerler, ilkeler ve kurumlar buharlaştığında, insanlığın elinde sadece “hayatta kalma içgüdüsü” ve ona bağlı olarak “kaba kuvvet” kalıyor.
"Değerlerin ve kurumların önemini yitirdiği, iyi bir geleceğin anahtarlarının tartışmalı olduğu bir dönem" denilince aklıma ilki 1979’da gösterime giren Mad Max filmleri gelir.
Mad Max, toplumsal kurum ve kuralların çöktüğü, artık kimsenin hiçbir değeri tanımadığı distopik bir gelecekte geçen, post-apokaliptik bir aksiyon film serisi.
Siyaset biliminde Thomas Hobbes, John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürlerin bahsettiği, yerleşik bir siyasi otoritenin, kurumların ve kuralların bulunmadığı varsayımsal bir durum olan “doğa haline” dönen insanlığın ne derecelere kadar vahşileşebileceğini anlatan filmler bunlar.
Mad Max serisinde tasavvur edilen distopyada, değerlerini ve kurumlarını tamamen yitirmiş topluma orman kanunu, yani anarşi ve şiddet hakim oluyor.
Böyle olunca da toplum kabilelere bölünmeye, birer savaş beyi (warlord) olan kabile reisleri çevresinde kümelenmeye başlıyor.
Bunların özellikleri, acımasızlıkları, kan dökücülükleri, kıyıcılıkları, ahlak, merhamet, empati gibi hislerden nasipsizlikleri oluyor. Çetelerini -tıpkı kendileri gibi- vahşi, en temel ahlaki ilkeleri bile tanımayan adamlardan oluşturuyorlar.
Kendilerini ve çocuklarını korumak isteyen sıradan insanlar, kadınlar, çocuklar ister istemez bu kabile reislerinin himayesine sığınmak zorunda kalıyorlar. Ama sığındıkları liderlerin herhangi bir değere bağlılıkları olmadığı için kendilerini hiçbir zaman tam güvende hissedemiyorlar. Kabile şefinin canını sıkarlarsa başlarına gelebilecek felaketlerin korkusuyla ve sürekli istismar edilme endişesiyle yaşıyor, bir çeşit köleye dönüşüyorlar.
Bu tablonun gerçek hayatta karşılıklarını bulmak zor değil.
Mesela altıncı asır Arabistan'ında ilkel kabileler birbirleriyle, “savaş beyi” kabile reislerinin komutasında bitmek tükenmek bilmez kanlı savaşlar yapıp duruyorlardı.
Hz. Muhammed öyle bir ortamda bambaşka bir liderlik anlayışıyla ortaya çıkmış ve onları ateşkes yapıp bir sözleşme (Medine vesikası) imzalamaya davet etmişti. Ortaya kurallar, prensipler koymuş, insanları bir toplumsal sözleşmeyle bunlara uymaya ikna etmişti.
İslam literatüründe cahiliye dönemi olarak anılan o karanlık dönem ancak böyle atlatılabilmiş, Araplar, ancak ortak değerlerin tespiti ve sosyal kurumların tesisinden sonra anlamlı bir "medeniyet" kurabilmişlerdi.
Hayatta kalmaktan başka endişesi olmayan, bunu sağlayabilmek adına da hiçbir ahlaki, insani sınır tanımayan, kavgacı, çatışmacı, kıyıcı çete reislerinin "liderliğinin" beklenen farkı yaratması mümkün değil.
Kissinger’in bahsettiği liderler, -peygamberler gibi- yepyeni bir hikaye ile kurumları ve kuralları yeniden tesis edebilecek, farklı toplum kesimlerine bir arada yaşamak ve beraberce bir gelecek inşa etmek için ilham verebilecek türden liderler.