"Zekâ” ve “akıl”, birbirleriyle yakından ilgili kavramlar olsalar da aynı şey değiller.
Zekâ, bir kişinin hızlıca öğrenme, anlama ve problem çözme gibi yeteneklerini ifade eden bir terim.
Akıl ise, deliller ve argümanlara dayanarak sonuç çıkarma ve mantıklı düşünme kabiliyetini işaret ediyor.
Akıl, zekâyı kullanarak eldeki bilgileri analiz etme, seçenekleri değerlendirme, kanaatlere varma, yani tekil noktalar arasındaki ilişkileri fark edip onları birleştirerek bütünsel bir kavrayışa erişme kabiliyeti.
Yüksek zeka sahibi kişiler hızlı öğreniyor, günlük hayatta karşılaştıkları problemleri pratik yollarla çözme konusunda öne çıkıyorlar.
Ancak bir insanın zeki olması, akıllı olmasını garanti etmiyor.
Zeki insanların hepsi, karar verme, kavramları, nesneleri, tecrübeleri, çok boyutlu olarak birbirine bağlayıp zihinlerinde kendilerine mahsus, tutarlı bir “anlamlar bütünü” oluşturma süreçlerinde zekâlarını etkili bir şekilde kullanamayabiliyorlar.
En zor matematik problemlerini anında çözüverenler, yaptıkları hesapların ne işe yaradığını, nerede ne maksatla kullanıldığını doğru düzgün kavrayamayabiliyorlar!
Tehdit edip korkutmaya gönderildiği adamı maharetle bulup kendini ele verecek hiçbir delil bırakmadan darp eden mafya fedaileri, yaptıklarının içtimai, siyasi, iktisadi sebep ve neticelerinden tamamen bihaber olabiliyorlar.
Kulüplerini geri ödenmesi mümkün olmayan borç yükleri altına sokma pahasına şampiyon yapan futbol kulübü başkanları, o an alkışlansalar da yaptıklarının aslında kulüplerinin geleceğini mahvetmek olduğunu fark edemeyebiliyorlar.
Zekâ, olan bitene büyük bir hızla intibakı, eldeki meseleyi bir an önce anlamayı ve çözmeyi sağlıyor.
Akıl ise sabırla, yavaş yavaş, dura dura düşünmeyi, parçalar arasındaki ilişkileri, eldeki meselenin hem “sağını ve solunu”, hem de “siyakını ve sibakını” keşfetmek için epeyce ince bir işçiliği gerektiriyor.
Türkler olarak pratik zekâ sahibi olmakla övünüp duruyoruz.
“Akıllı adamların” uzun uzun düşünüp taşınıp kurguladıkları sistemler içinde açıklar keşfedip istismar etmemizi zekâmızın delili gibi görüyoruz.
(Seksenli yıllarda Almanya’da ankesörlü telefonları jeton şeklinde dondurulmuş buzlarla çalıştırıp bedava arama yapan “pratik zekâlı” soydaşlarımızın hikâyeleri ile eğlenirdik.)
İstikamet sahibi olmasa da, zikzaklar yapıp dursa da “bir şekilde” gemisini yüzdüren “kaptana” itibar ediyoruz.
Ülkemizde, aldıkları rüşvetle zenginleşen devlet memurlarının, malzemeden çalarak yaptıkları inşaatlardan kazandıkları paralarla lüks hayatlar süren müteahhitlerin, siyasi nüfuzlarını kolayca paraya tahvil eden siyasetçilerin “pratik zekâlarına” şapka çıkarıyoruz.
“Sistemi” yakalanmadan dolandırmak -elbette ahlaksız olmanın yanısıra- zekâ istiyor.
Ama “pratik zekâlarını” dolandırıcılık için kullananlar, orta-uzun vadede ülkeyi kendileri ve çocukları için yaşanmaz bir hâle getirdiklerini fark edemiyorlar.
Dizginlerini aklın ve ahlakın elinden kurtarmış pratik zekânın topluma faydasından çok zararı var.
Pratik çözümler, kriz anlarında işe yarasa da uzun vadede toplumu ve bireyi zehirliyor.
Pratik zekâ sistem inşa edemez, mevcut müesseseleri bile ayakta tutamaz; nerede kaldı medeniyeti ihya etmek yahut yeni bir medeniyet kurmak!
Taş üstüne taş koymak için akıl lazım.
Ötelene ötelene kangrenleşen problemlerimiz karşısında hâlâ hızlıca ad hoc ve palyatif çözümler üreten pratik zekâlardan medet umuyoruz.
Latince “ad hoc” tabiri, “amacına özel” anlamında geliyor. Ad hoc sıfatı, bir problemi -köklü ve kalıcı bir şekilde değil de- o an için geçici olarak, idareten gidermek için üretilen çözümler için kullanılıyor.
“Palyatif” kavramı da, tedavisi artık mümkün olmayan hastaların son demlerini mümkün olduğunca iyi geçirmeleri, fiziksel, duygusal, sosyal ve ruhsal açıdan iyi hissetmeleri için yapılan bakımı tanımlıyor.
Eğer sürekli uyuşturucu iğnelerle acısı dindirilerek çaresizce ölümünü bekleyen, geçici, anlık çözümlerle kandırılıp duran bir toplum olmaya razı değilsek “aklı” iş başına davet etmeye, “pratik zekâyı” da aklın emrine vermeye mecburuz.