Feminizm, kapitalizm, hakikatin kaybı, görecelilik kaosu, toplumsal cinsiyet gibi gayet ciddi meseleleri komedi formatında ele alan “Barbie” filmi, Stanley Kubrick’in 1968 yapımı meşhur “2001: A Space Odyssey” filmine açık bir göndermeyle başlıyor.
Kubrick, meşhur filminin başında, tarih öncesi maymunların gizemli siyah bir monolitin dibinde yaşadıkları aydınlanma anını anlatmıştı. Bir maymunun diğer maymunlara tahakküm etmek için silah olarak kullanabileceğini fark edip fırlattığı kemik, havada dönerken yerini bir uyduya bırakıyordu.
Barbie filminde monolit yerine yüksek topuklu ayakkabıları ve mayosuyla arz-ı endam eden heybetli bir Barbie bebek, maymunların yerine kendilerine annelik, eşlik gibi geleneksel cinsiyet rollerini empoze eden eski moda oyuncak bebeklerini önce parçalayan sonra fırlatıp atan kız çocukları yerleştirilmiş.
Barbie bebeğin güçlü sembolik anlamını ve derin toplumsal etkisini anlatmak için daha iyi bir gönderme bulunamazdı!
Barbie Amerika’da 1959'da dar çizgili mayosuyla ortaya çıkana kadar oyuncak bebeklerin temel fonksiyonu, kız çocuklarına fedakâr anne rolünü aşılamaktı.
Barbie bebek çok farklıydı: Pışpışlayıp uyutacakları, mama verecekleri, kendileri gibi bir kız çocuğu değil, yetişkin genç bir kadın!
Barbie'nin mucidi Ruth Handler, kadınların, babaları ya da kocaları kefil olmadan kredi kartı bile alamadığı o yıllarda, kendi otomobili ve evi olan, yalnız yaşayan, meslek sahibi (manken) bir bebek ürettiğinde, kız çocuklarının zihinlerine ektiği fikirler üzerinden toplumu dönüştürecek, kadının toplumsal rollerini yeniden şekillendirecek bir değişimin işaret fişeğini yakmıştı.
Handler, 1970’lerde feminist eleştirileri dikkate alarak, moda tasarımcısı, doktor, hemşire, balerin, şarkıcı, astronot, veteriner Barbieler üretecekti.
Bu bir toplum mühendisliği projesi idi ve diğerleri gibi bu proje de beklenmedik problemler ve yan etkiler üretti.
Her şeyden önce Barbie için seçilen vücut ölçüleri “insani” değildi. Çocukların Barbie gibi görünebilmek için hastalıklı şekilde zayıf olmaları gerekiyordu.
Barbie genç kadınları bir cinsel objeye indirgiyordu. Özneleştireyim derken nesneleştiriyordu.
Henüz ergenliğe erişip cinselliği keşfetmemiş çocukların masum dünyasına bir bomba bırakıyordu.
Kadınları özgürleştirme iddiasıyla yola çıkmışken, onları yeni toplumsal klişelerle zincirleyip, her zaman mükemmel, başarılı, güçlü veya olağanüstü olmalarının beklendiği bir kafese tıkıyordu.
Erich Fromm’un tarif ettiği, kutsal kitaplarda da anlatılan kadim “yabancılaşma”, bir kez daha vücut buluyor: İnsanoğlu kendi yarattığı bir fikrin kölesi haline geliyor, eliyle yaptığı putun kuluna dönüşüyordu.
Toplumu dönüştürmek için kurgulanmış bir hikaye, üreticisinin kontrolünden çıkıyor, bir tahakküm aracı haline geliyordu.
“Kurgu” dünya ile “gerçek” dünya arasındaki uçuruma dikkat çeken Barbie, kesinlikle yüzeysel bir feminist propaganda filmi değil!
Kurgu dünyasından -Matrix göndermesiyle “kırmızı hapı” alarak- çıkıp, gerçek dünyaya gelen Barbie, kurgudan ibaret hayatının ne kadar anlamsız, klişe ve “plastik” olduğunu fark ediyor.
Kurgudaki mükemmel kadın ve erkeklerin yalan olduğunu, gerçek insanların türlü çeşitli kusurlarla malul, kısacık ömürler sürüp ölen canlılar olduğunu görüyor.
Filmde toplumsal aktörlerin bir an önce kutusuna döndürüp rahatlamak istediği Barbie, “varoluşsal krizini” aşmak için bunu reddediyor.
Yaratıcısının teklif ettiği gibi ölümsüz ve mükemmel bir fikir (nesne) olmak yerine, ölümlü ve kusurlu bir insan (özne) olmayı seçiyor.
Toplumsal cinsiyeti dizayn etmeye çalışanlara, bireysel olarak isyan edip, “sizin hikayenizin kahramanı olmak istemiyorum, bırakın yakamı” diyor.
Fakat problem şu ki, insanın “gerçek” hayatta bir “mana” bulma ihtiyacı var ve “mana” bireysel seviyede üretilebilecek bir şey değil!
Mana başka insanlarla paylaşılan fikir ve hislerden türüyor.
İnsan var oldukça mana arayışı, mana arayışı var oldukça toplum, toplum var oldukça toplum mühendisleri ve “kurguları” var olacak!
İnsanın kendi eliyle üretip, sonra esir düştüğü kurgularla mücadelesi de hiç bitmeyecek.