Alexei Yurchak 1960’ta Leningrad’da doğmuş ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde yetişmiş bir antropolog.
Doktorasını Duke Üniversitesinde yapan ve daha sonra da Berkeley’de çalışmaya başlayan Yurchak, Sovyetlerin son dönemi ve Doğu Avrupa’da sosyalizm sonrası yaşanan dönüşüm üzerine araştırmalar ve analizler yapıyor. “Siyaset ve dil felsefesi” alanında çalışıyor. Siyasi, milli, kültürel ideolojilerin dile nasıl yansıdığı konusuna odaklanıyor.
Yurchak, 2005 yılında kaleme aldığı Everything Was Forever, Until It Was No More: The Last Soviet Generation (Son Sovyet Kuşağı: Her Şey Ebediydi, Ta ki Öyle Olmayana Kadar) başlıklı kitabında Sovyet sosyalizminin çöküşünü analiz etmiş.
Kitabın “Geç Sosyalizm: Ebedi Bir Devlet” başlığını taşıyan ilk bölümünde Yurchak, Sovyet vatandaşlarının Sovyetler Birliğinde hiçbir şeyin hiçbir zaman değişmeyeceği hissini nasıl içselleştirdiklerini anlatıyor.
Mihail Gorbaçov’un liderliğinde, bilhassa ülkedeki ekonomik sorunlara son vermek amacıyla uygulanan Perestroyka ve Glasnost (yeniden yapılanma ve şeffaflık) politikalarının etkilerini gösterdiği 1986-1987 yıllarına kadar sürmüş bu his.
Yurchak bu toplumsal psikolojinin kendiliğinden ortaya çıkmadığını, dikkatlice tasarlanmış, mühendislik eseri bir siyasi söylemle inşa edildiğini ileri sürüyor.
Komünist parti tarafından üretilen otoriter siyasi dilin giderek her türlü kişisellikten soyutlandığını, içleri uzun zincirleme isim tamlamaları ile doldurularak uzatılan cümlelerin paragraflara dönüştüğünü, fiillerin özellikle azaltıldığını, metnin önceki metinlere ve hatta döngüsel olarak kendi kendine atıfta bulunan bir şekil aldığını ve böylece “güvenli” ama muğlak, anlaşılmaz, yorumlanamaz, tartışılamaz bir nitelik kazandığını anlatıyor.
Komünist parti propagandacıları böylece insanların beyinlerine yaşanan her şeyin normal olduğu ve hiçbir zaman değişmeyeceği fikrini “ekmişler”.
Yurchak buna “aşırı normalleştirme” (hypernormalisation) ismini veriyor.
İdeolojilerin ürettiği tüm otoriter dillerin, özellikle formüle edilmiş yapılar, klişe laflar ve kutsallaştırılmış kavramlar çerçevesinde kurulduğunu söyleyen Yurchak, geç sosyalizmin ürettiği baskıcı söylemin -diğerlerinden farklı olarak- ortaya kolayca yorumlanamayan, donuk ve hantal bir dil çıkarttığını söylüyor.
Sabit bir anlam çıkartmanın nerdeyse imkânsız hale getirildiği, her şeyin her anlama gelebileceği, dolayısıyla da aslında hiçbir sözün bir anlam ifade etmediği, aşırı normalleştirme dilinin, geç sosyalizmi anlamamız için anahtar olduğunu belirtiyor.
Yurchak’ın ortaya attığı hypernormalisation tabirinden, İngiliz belgesel yapımcısı Adam Curtis’in 2016’da BBC için çektiği, “Yalan Söylediklerini Bildiğimizi Biliyorlar: HyperNormalisation” isimli belgesel sayesinde haberdar oldum.
Curtis belgeselde, Sovyetler Birliği’ni yönetenlerin -ilk başta komünist ideallere dayalı bir toplumu planlayıp yönetebileceklerine inansalar da- bir noktada her şeyi kontrol ve tahmin etmenin imkânsız olduğunu keşfettiklerini anlatıyor.
Planları kontrolden çıkan teknokratlar, pes edip bunu açıklamak yerine, “her şey normalmiş ve plana uygun gidiyormuş gibi” davranmayı seçmişler.
Bunun için de o “aşırı normalleştirme” dilini kurgulamışlar.
Sovyetler Birliği, herkesin liderlerinin yalan söylediğini bildiği, ekonominin çöktüğünü gözleriyle gördüğü ama buna rağmen yaşananları normal saydığı, kurtuluş umudunu kaybetmiş, depresif bir topluma dönüşmüş.
Belgeselde, bu durgun dünyada, Arkady ve Boris Strugatsky adında iki bilim kurgu yazarı kardeşin yazdığı, uzaylılar tarafından yaratılmış bir bölgede geçen “Yol Kenarında Piknik” isimli bir hikâyeden bahsediliyor.
Hiçbir şeyin kesin ve göründüğü gibi olmadığı, hem görülen hem inanılan gerçekliğin değişken ve dengesiz olduğu, insanların düşünme biçimlerini değiştiren gizli kuvvetlerin bulunduğu, bir bölge bu.
Tarih bize böyle “bölgelerin” yaratılabileceğini ama ebediyen var olamayacağını gösteriyor.
Çünkü sanal gerçeklikler, ancak “elektrik” kesilene kadar sürdürülebiliyor.
Elektrik yoksa mum var mı dediniz?
O da ancak yatsıya kadar yanıyor!