Her insanın kabiliyet ve kapasitesinin hudutları var. Buna mukabil, insan arzuları, hırsları sınırsız.
İnsan, hak etse de etmese de elindekinden daha fazlasına talip oluyor.
Üstelik hırsla arzuladıklarını elde etmek onu tatmin etmiyor, zira her zaman arzulanacak daha fazla bir şeyler var.
Şunu da elde etsem daha da başka bir şey istemem diyenler aslında sadece kendilerini kandırıyorlar.
Bu mesele binlerce yıldır filozofların zihinlerini meşgul ediyor.
Aristo, insandaki dört temel “pathos” olarak tespit edilen “acı”, “korku”, “arzu” ve “haz” hislerinin mutlaka dizginlenmesi, ölçülü hale getirilmesi gereken hisler olduğunu düşünmüş.
Zenon ve kurucusu olduğu Stoa okulunun takipçileri, insanın “eudaimonia” denilen mutluluğa, huzura ancak tabiatla bir uyum yakalayabilirse ulaşacağına, bunun için kendisini bu dört pathos’tan tamamen soyutlaması gerektiğine inanmışlar.
Platon, kovaladıkça uzaklaşan arzularının tatmini peşinde koşmanın, insana hayal kırıklığı ve daha çok tatminsizlik hissi vereceğinden hareketle, âdil, dürüst ve ahlaklı olmaya çalışmanın insanı daha çok mutlu edeceğini ileri sürmüş.
İskoç aydınlanma filozofu David Hume ise Platon’un tam aksine, aklımızın sadece tutkularımızın bir kölesi olduğunu, saf akıldan ahlaklı, erdemli bir varoluş hikayesi türetilemeyeceğini iddia etmiş.
Sosyolojinin kurucu babaları sayılan Marx ve Durkheim, insan tabiatı hakkındaki fikirlerini, tarihin eski çağlarından bu yana uzanan farklı düşünce okullarından tevarüs etmişler.
Durkheim, insanı tatmin edilmez hırs ve arzulardan oluşan, istikrar ve düzen adına sürekli kontrol edilmesi, bastırılması, manipüle edilmesi ve yönlendirilmesi gereken bir varlık olarak gören Hobbes, Freud, Machiavelli, Bodin çizgisini benimsemiş.
Marx, insanı, özünde zaten iyi olan tabiatını geliştirmek için iyi bir toplumsal vasata ihtiyaç hisseden, rasyonel, iyi niyetli bir varlık olarak algılayan Jean Jacques Rousseau ve Thomes More, John Locke, Saint Simon, John Stuart Mill gibi düşünürlerin çizgisini tercih etmiş.
Durkheim insanda kendi kendini sınırlama iradesi olmadığına, -bizdeki deyişle söylersek insanın gözünü ancak toprağın doyuracağına- dikkat çekerek insanı yakıcı arzularının peşinde harcanıp gitmekten koruyabilecek tek mekanizmanın toplumsal baskı olduğunu söylemiş.
Mesela arzularını tatmin için istediği sayıda kişi ile aynı anda sınırsız cinsel birliktelikler yaşamak isteyen bir erkek ya da kadının, bunu yapabilse bile mutlu olamayacağını, yalnız kalacağını, kendisi nasıl kimseye bir sadakat göstermiyorsa kimsenin de ona sadakat göstermeyeceğini, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan sınırsız arzularının eninde sonunda onu mutlaka kavurucu bir tatminsizlik hissinin avucuna düşüreceğini, öte yandan -aslında toplumsal bir baskı yahut kısıtlama mekanizması olan- tek eşliliği seçer de başkaları ile birlikte olabileceği halde bunu yapmayıp bir kişiye sadık kalmayı -yani arzularını sınırlandırmayı- kabul ederse, sürdürülebilir bir denge yakalayabileceğini anlatmış.
Arzuların dizginlerden boşaldığı, her türlü kısıtlamanın adeta buharlaştığı bir devirde yaşıyoruz.
Arzularımıza sınırlamalar getiren toplumsal yapılar, gelenekler, inançlar giderek zayıflıyor.
“Haksızlık”, “haram”, “ayıp”, “günah”, “yanlış” gibi kavramlar halı altına süpürülüyor.
İnstagram, arzularını sınırsızca tatmin ettiğini, şatafatlı evlerde oturduğunu, lüks arabalara bindiğini, lüks yatlarda tatil yaptığını, pahalı aksesuarlarla süslendiğini, çok güzel ya da çok yakışıklı kimselerle aşk yaşadığını göstermeye çalışan kimseler ve onların hayranlarıyla kaynıyor.
Ekmek Teknesi dizisinde Celâl karakterinin repliği ile söylersek: “arzular şelâle”.
İnsanlar -muhtemelen hiçbir zaman elde edemeyecekleri- “rüya gibi” hayatları izleyip mutsuz olurken, aslında o hayatları yaşayanların da tatmin olmasının, içlerindeki duygusal açlığı gidermelerinin söz konusu olmadığını fark edemiyorlar.
Durkheim’a göre bu “anomi” devirleri geçici. Toplum zaman içinde yeni bir denge bulacak.
Umalım ki o denge, ciddi toplumsal ve bireysel faturalar ödenmeden önce kurulsun.