İslamiyet, antropomorfik (insan biçimci) tanrı tasavvurunu reddetmesiyle diğer semavi dinler olan Yahudilik ve Hristiyanlıktan ayrışır.
Antropomorfizm ya da insan biçimcilik, Tanrıya ya da bir takım başka varlıklara insanî niteliklerin atfedilmesidir.
Tevrat’ta anlatılan tanrı, “yorulup dinlenen”, “cennette gezinen”, “insanların yaptıklarına bakmak için gökten yere inen”, “pişman olan”, “kıskanan”, “kin tutan”, özetle bayağı insana benzeyen bir tanrıdır.
İncil’de, açık açık tanrının insanı kendi suretinde yarattığını belirten bir ayet vardır.
Zaten Hıristiyanlıkta “tanrının oğlu” kabul edilen Hz. İsa hem tanrı hem insandır.
Kur’an’da ise Allah’ın hiçbir denginin, muadilinin, benzerinin olmadığı belirtilir.
Allah doğmamış, doğrulmamıştır.
Dolayısıyla İslam’a göre Allah, hiçbir yönüyle insana benzemez.
Ancak tarih boyunca farklı inançlar birbirlerini etkilemiştir.
Hıristiyanlık ve Yahudiliğin yanısıra, Yunan ve Roma paganizminde ve ilkel kabile dinlerinde hayli kuvvetli olan insan biçimci tanrı anlayışı, uydurma hadisler ve mistik heterodoks inançlar kanalıyla İslam’ın içine sızmıştır.
Bunun bir sebebi, tarihten bu yana insanların pek çoğunun, bildikleri hiçbir şeye benzemeyen, gözleriyle görüp kulaklarıyla sesini işitemedikleri, nerede olduğunu bilemedikleri, somut olmayan bir tanrıya inanmakta zorlanmış olmasıdır.
Bu soyut ve kavranması zor gücü anlamaları ve onunla bir bağ kurabilmeleri için yine insanlar tarafından, insana benzeyen bir tanrı tasavvuru üretilmiştir.
Bu tanrı, “babamız” ya da “kralımız” gibi isimlerle anılan, gökte bir yerde “oturduğu” söylenen, neşelenen, öfkelenen, kin tutan, eli, gözü, kulağı, ayağı vs. olan insan biçiminde bir tanrıdır.
Bu antropomorfik, yani insan biçimci Tanrı tasavvuru, insanların dünyevi iktidara bakışlarını da derinden etkilemiştir.
Tanrı’yı insanbiçimci bir şekilde algılamak, onu sadece kadir-i mutlak bir yaratıcı olarak değil, aynı zamanda insan duygularına, zaaflarına ve önyargılarına da sahip bir varlık olarak düşünmek, bir yandan insani zaaflarla malul bir tanrı fikrine kapı aralarken diğer taraftan dünyevi otorite figürlerinin de “tanrısal” güçlere ve ayrıcalıklara sahip olabileceği algısına zemin hazırlamıştır.
Tanrı ve lider algıları “antropomorfik tanrı tasavvuru” ile bozulmuş insanlar, birlikte yaşamanın, organize olmanın doğal bir neticesi olan yönetim hiyerarşisinin zirvesine tanrıyı, onun hemen dizinin dibine de dini ve siyasi liderlerini oturtmuşlardır.
Hiyerarşide tanrıdan hemen sonra geldiğine inandıkları, tanrının yeryüzündeki gölgesi (zıllullah fi’l-arz) dedikleri liderlerini, Tanrı gibi her daim mutlak itaat ve saygı gösterilmesi gereken, hata yapmaz, eleştirilemez ve sorgulanamaz varlıklar olarak görmeye başlamışlardır.
Tasavvufta, “ricâlü’l-gayb” denilen, Allah tarafından atanmış ulu kimselerin (evliyaullah) oluşturduğu ve tepesinde, “kutub”, “kutbü’l-aktâb”, “gavs”, “gavs-ı a‘zam” isimleri verilen kimselerin bulunduğu, ilahi bir bürokratik hiyerarşi olduğu inancı yaygındır.
Bu yaklaşımlar şirke kapı aralar.
Tanrıyı insanlaştırmak, insanı tanrılaştırmayı yanında getirir.
Tanrı, yarattıklarıyla aynı ontolojik düzleme indirgenemez!
Tanrı, “baba”, “patron”, “komutan”, “bakan”, “cumhurbaşkanı” gibi otorite figürlerinin sırayla basamaklarına yerleştiği bir merdivenin en üst basamağındaki bir tahtta oturmaz!
Tanrı herhangi bir güç hiyerarşisinin parçası değildir!
Yeryüzündeki yöneticilerle tanrı arasında bir alt üst ilişkisi, bir yetki paylaşımı söz konusu değildir.
Bu anlayış, otoriteye körü körüne bağlılığı meşrulaştırır, eleştirel düşünceyi köreltir ve zulmün dahi “Tanrı’nın emri” olarak kabullenilmesine yol açar.
Oysa İslam, Müslümanların yeryüzü tanrılarına tapmalarını, onları Allah’ın küçük ortakları olarak görmelerini kesin olarak yasaklamıştır.
Müslümanların şirke düşmemek için zihinlerini sorgulamak ve hakikati aramak üzere özgürleştirmeleri ve her türlü dünyevi otoriteye karşı eleştirel tutumlarından asla taviz vermemeleri şarttır.