Bir önceki yazımda, etrafındaki sıradan insanların nasıl olup da zalim bir iktidarın suç ortağı oluverdiklerini analiz eden Alman teolog Dietrich Bonhoeffer’den bahsetmiştim. Onun hapishane mektuplarından pasajlar alıntılamaya devam ediyorum:
Kafa karıştıracak kadar çok farklı karar arasında tercih yapmak gerektiğinde, “vazifenin gerektirdiklerini yapmak” kesin bir çıkış yolu gibi görünür.
Üstten emredilen şey, kesin doğruya en yakın şey kabul edilir. Nasıl olsa o emri yerine getirmenin sorumluluğu emredilene değil, emri verene aittir.
Kötülüğe doğrudan darbe indirip onu yenmeyi mümkün kılacak tek yol insanın tamamen kendi sorumluluğuyla inisiyatif almasıdır ama kendisini vazifesiyle sınırlayan hiç kimse bu riski göze alacak kadar ileri gitmez. Vazife adamı, verilen vazifeyi yerine getirmek için önünde sonunda şeytanla bile çalışmaya mecbur kalacaktır.
***
Tam bir özgürlük içinde olduğunu iddia eden, zedelenmemiş bir vicdan veya itibardan daha çok “yapılması gerekene” kıymet veren, verimli bir uzlaşma için kısır prensiplerden taviz vermeye hazır olan veya sonuç alıcı bir radikalizm için orta yolun kısır bilgeliğinden vazgeçmeye hazır olan adam da “özgürlüğünün” kendisini yıkmasından sakınmalıdır. “Daha kötü” bir şeyden kaçınmak için “biraz kötü” olana razı olacak ve bunu yaparken, kaçınmak istediği kötünün aslında daha iyi olabileceğini fark edemeyecektir. İşte size trajedinin hammaddesi!..
***
İnsanlar kamusal tartışmalardan kaçıp kişisel erdemliliğe sığınıyorlar. Ancak bunu yapan herkes etrafındaki adaletsizliklere karşı ağzını ve gözlerini kapatmak zorundadır. İnsan, sorumlu olduğu eylemi yapmamasından kaynaklanan kirlenmeden ancak kendini kandırarak kurtulabilir. Yaptıkları ne olursa olsun, yapmadıkları onun iç huzurunu çalacaktır. Ya bu huzursuzluktan dolayı paramparça olacak ya da Ferisilerin en ikiyüzlüsü olacaktır.
(Burada Bonhoeffer Matta İncil’inin, dini sadece bir takım ritüellere indirgeyen ve başkalarına bu ritüelleri uygulamaları için baskı yapan ama kendileri aynı kurallara uymayan iki yüzlü “Ferisilerden” bahsedilen 23. bölümüne gönderme yapıyor.)
Peki, medeni cesaret eksikliğine ilişkin şikâyetin ardında ne yatıyor? Son yıllarda çok fazla cesaret ve fedakârlık gördük, ancak medeni cesaret neredeyse hiçbir yerde, hatta kendi içimizde bile yok. Bunu sadece kişisel korkaklığa bağlamak kolaycılık olur; bunun arka planı oldukça farklı.
Biz Almanlar uzun bir tarih boyunca itaatin gerekliliğini ve gücünü öğrenmek zorunda kaldık. Hayatımızın anlamını ve büyüklüğünü, tüm şahsi istek ve fikirlerimizi çağrıldığımız vazifelerin emrine vermekte gördük. Kölece bir korkuyla değil, özgür bir güvenle yukarıya doğru baktık ve görevlerimizde bir davet ve davetimizde bir misyon gördük. Kendi özel görüşlerimiz ve isteklerimiz yerine “yukarıdan” gelen bir emre uymaya hazır olmak, meşru bir kendine güvensizliğin işaretiydi. İtaatte, vazifede ve davette Almanların tekrar tekrar en büyük cesareti ve fedakarlığı gösterdiklerini kim inkar edebilir? Alman, topluma hizmet yoluyla kendi nefsinin elinden kurtulmanın peşine düşerek özgürlüğünü korumuştu. Tanrının çağrısı ve özgürlük onun için aynı şeyin iki yüzüydü.
Ancak Almanlar bu konuda dünyayı yanlış değerlendirdiler; itaatkârlıklarının ve fedakârlıklarının kötü amaçlar için kullanılabileceğini fark etmediler. Bu gerçekleştiğinde, davetin kendisi sorgulanır hale geldi ve Alman'ın tüm ahlaki ilkeleri sarsılmaya mahkûm oldu.
Alman'ın hala temel bir şeyden yoksun olduğu gerçeğinden kaçılamazdı: görevi ve davetine aykırı olsa bile özgür ve sorumlu aksiyon alma ihtiyacını göremiyordu; onun yerine bir yanda sorumsuz bir vicdansızlık, diğer yanda kendine eziyete dönüşen ama asla eyleme dökülmeyen bir titizlik çıktı ortaya.
Medeni cesaret ancak özgür insanların özgürce sorumluluk almasıyla gelişebilir.
Bonhoeffer’in sözlerinden çıkaracağımız hisse şu: Allah müminlerden, “yukarıdan” gelen talimatları sorgusuz sualsiz yerine getiren iradesiz kullar olmalarını değil, özgürce düşünüp sorumluluk alan insanlar olmalarını ister.