Bazıları diyorlar ki: “İnanç, bütünüyle kalple, hisle ilgili bir meseledir. İnanç konuları aklın terazisine vurulamaz. En iyisi inanç meselelerini akılla hiç kurcalamamaktır.”
Acaba bu gerçekten mümkün mü?
Bu sorunun cevabını aramaya şu tespitle başlayalım: Kalbimizde, hislerimizde yer bulan inançlara da, beynimizle, aklımızla benimsediğimiz düşüncelere de aslında bir “öğrenim süreci” neticesinde sahip oluyoruz.
Yani girift rasyonel düşünceler de, organize dinlerin din adamlarından öğrenilen detaylı “bilgiler” de sıradan insanların içine doğuvermiyor. Mutasavvıfların ileri sürdüğü keşf ve ilhâm gibi “akıldan çok daha üstün” idrâk vasıtaları, pek az seçilmiş insana bazı “sezgisel” bilgiler kazandırabiliyor.
Kaynağı ne olursa olsun, “bilgiyi” insanlar arasında iletmenin ana aracı kelimeler, cümleler, yani tamamen Aristo mantığı üzerine kurulmuş olan “dil”.
Endülüs felsefe geleneğinin en önemli temsilcilerinden İbn Tufeyl’in “Hay bin Yakzân” adlı eserindeki düşünce deneyini hatırlayarak ıssız bir adaya tek başına düşüp, bir şekilde hayatta kalmayı başaran küçük bir çocuk tasavvur edelim.
Başka hiçbir insanla iletişim kurmadan büyüyen bu çocuk, tecrübeyle yüksekten düşmenin yaralanmaya veya ölmeye yol açacağını öğrenebilir ama kendi başına mesela “demokrasi” yahut “virüslerin yol açtığı hastalıklar” hakkında bir fikir geliştiremez.
Aynı şekilde, belki varlığını sorgulayarak kendisini yaratan üstün bir güç olduğu inancına ulaşabilir ama “ölümden sonra yeniden doğma”, “ahiret”, “cennet”, “cehennem” gibi inançlara ulaşamaz.
Bunlar ancak başka insanlardan “öğrenilebilecek” şeylerdir.
Amerikalı eğitim psikoloğu Benjamin Bloom’un, ta 1950’li yıllarda ortaya koyduğu, bugün hala çeşitli öğretim felsefelerinin omurgasını teşkil eden taksonomiye göre “öğrenme” üç ana alanda gerçekleşiyor:
1-Bilişsel, yani zihinle akılla ilgili (cognitive) alan
2-Duygusal, yani his ve tutumlarla ilgili (affective) alan
3-Fiziksel, yani bedensel aktivite ile ilgili (psychomotor) alan
Konumuz inançlar olduğuna göre değerlerimizin, takdirlerimizin, heveslerimizin, motivasyonlarımızın ve tutumlarımızın yer aldığı duygusal alanda gerçekleşen öğrenmeye biraz daha yakından bakalım.
Bloom’a göre “duygusal alanda öğrenmenin” safhaları şunlar:
1-Fenomeni alma (merak etme, sorma, dinleme, dikkat etme)
2-Fenomene tepki verme (derse katılma, cevaplama, tartışma, yardım etme, uyma, karşı çıkma)
3-Değerlendirme (kıymet verme, iştirak etme, savunma, saygı duyma, paylaşma)
4-Organize olma (kıyaslama, irtibatlandırma, sentezleme)
5-Benimseme (fenomene göre yaşama, kararlı şekilde uyum gösterme)
Görüldüğü üzere, öğrenilen bir fenomenin duygusal alanda içselleştirilmesi, bir inanç olarak benimsenmesi için hemen her adımda “dil”, “rasyonalite”, “akıl” kaçınılmaz biçimde devreye giriyor.
Çünkü benimseyeceğimiz ya da reddedeceğimiz fenomenin bize ulaşması ancak aklımız sayesinde mümkün.
Son zamanlardaki psikometri araştırmaları, kuvvetli inançlarımıza hislerimizden arındırılmış, rasyonel akıl yürütmeler neticesinde varmadığımızı, bilakis önce inanıp, sonra aklımızla inancımızı destekleyecek deliller bulduğumuzu ortaya koyuyor.
Yani siyasi yahut dini inançlarımız nihai tutumlarımızı belirlemede başı çekiyor ve aklımızdan çok daha baskın! Ama hem o inançların ilk edinilme sürecinde hem de benimsenmiş inançların rasyonel delillerle desteklenmesi sürecinde aklımızın devreden çıkartılması söz konusu değil.
O yüzden en kuvvetli inançların sahipleri bile arı kovanında, yahut elma çekirdeğinde Allah yazısı arıyor, ebcet hesaplarıyla Kur’an’da yaşanmış mühim hadiselerin tarihlerini bulmaya çalışıyor, çok yeni bilimsel bulguların aslında kutsal kitapta uzun asırlar öncesinde bildirilmiş olduğunu iddia ediyorlar.
İnançlarımızın sürekli aklî delillerle tahkime ihtiyacı var. Kesin inançlılar, inandıkları ile muvafık önemsiz delilleri abartıp, çelişen delilleri göz ardı etseler de “akıl” hep sahada oluyor.
Aklı devre dışı bırakacak bir inanma şekli mümkün görünmüyor.