Bir reklam filmi sloganıydı “ağzı olan konuşuyor”. Bir kamyoncu, en iyi motor yağının hangisi olduğunu her gün yollarda direksiyon sallayan profesyonellerden biri olarak ancak kendisinin bilebileceğini, uzmanlar haricinde fikir beyan edenlerin boş konuştuklarını söylüyor, insanın sadece “ağzının olmasının” konuşabilmesi için yeterli sayılmaması gerektiğini vurguluyordu.
Her konuda “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabileceğine” inanan, hem cahil hem hadsiz kimselere gönderme yapan bir reklamdı bu.
İnternet devrimi ve sosyal medya, sırf ağzı olduğu için her konuda konuşabileceğini sanan insanlara bütün dünyaya seslenebilmelerini sağlayan araçlar temin etti!
Her zihinsel üretimin makbul ve saygıdeğer görüldüğü post modern çağ, “interneti olan” herkesin her konuda fikir(!) beyan edebildiği kakofoniye kuluçkalık etti.
Facebook, twitter, instagram, hiç de uzmanı olmadıkları mevzularda, büyük bir cesaret ve özgüvenle ahkam kesenlerle kaynar hale geldi.
Post modern hayat kavrayışı, ilmi bilgi ve uzmanlığın altını oydukça, herkesin “fikirleri” kıymet açısından eşitlenmeye başladı.
Jeofizik yahut sismoloji profesörüne “fay hatlarının hareketleri konusunda ben senin gibi düşünmüyorum” diye cevap verebilen ilkokul mezunu twitter kullanıcılarının, viroloji, immünoloji âlimlerine “virüslerin bağışıklık sistemine etkisi konusunda yanılıyorsunuz, araştırmanızı öneririm” diyebilen lise terk facebook müdavimlerinin, ömrünü kütüphanelerde, arşivlerde geçirmiş tarihçiye “bence hadiseler senin dediğin gibi olmadı hoca” diye meydan okuyabilen, tek bir kitabın kapağını açmamış “çarıklı erkân-ı harplerin” sayısı gün geçtikçe çoğaldı.
Nitelikli bilgi ile lafazanlığı, muteber kaynaklara istinat eden rasyonel argümanlarla mugalatayı birbirinden ayırt edecek donanıma ve bilgiye sahip olmayan insanlar, kulaktan dolma “fikirlerinin” amansız savunucuları haline geldiler.
Eskilerin tabii bir durum olarak kabul ettiği avam-havas ayrımı ortadan kalkmaya, bilenle bilmeyen arasındaki fark belirsizleşmeye başladı.
Bunun neden böyle olduğuna dair bir analiz için dikkatimizi modern (ve post modern) insanın yeni dini olan “hümanizme” çevirmemiz gerekiyor.
Modern dönemde insani tecrübe, kavrayış ve hisler "mana ve otoritenin tek kaynağı" makamına yükseltildi.
Hümanizm dininin mezhepleri sayabileceğimiz, sosyalist hümanizmin de, evrimsel hümanizmin de, liberal hümanizmin de yolu neticede aynı menzile, Tanrısı insan olan yeni bir düzen fikrine vardı.
Bu yeni düzende, ilahi, ilmi ya da içtimai olanlar da dâhil olmak üzere, insan tecrübe ve hislerinin dışındaki her otorite kaynağı ikincilleşti, etkisizleşti, anlamsızlaştı!
İnsan hisleri kayıtsız şartsız mana ve otoritenin yegâne kaynağı kabul edilince, kendini bir fikir sahibi gibi hisseden kimselere, tekrarladıkları ezberlerin fikir falan olmadığını söyleme imkânı yavaş yavaş ortadan kalktı.
Çünkü bu dinde hisleri incitmek en büyük günahtı!
Fakat herkes -kendini nasıl hissederse hissetsin- bir noktada uzmanların bilgi, ehliyet ve otoritesine boyun eğmeğe mecbur!
Sağdan soldan işittikleriyle kendisini uzman doktorlardan daha bilgili ve ehil hissedenler, kimseyi ameliyat edemeyeceklerini, kimseye reçete yazamayacaklarını kabul etmek zorundalar. (Sağlık çalışanlarına yönelen şiddetin sebeplerinden biri de kendisini iyiden iyiye “tanrı” olduğuna inandırmış tiplerin bu acıtıcı gerçekle yüzleşmesi olabilir belki!)
Tarih, toplum, siyaset, futbol, din gibi her konuda saatlerce ahkam kesenler, güya dünyanın en parlak fikirlerine sahip olanlar, kendilerini kolayca aldatabilecekleri epistemik sahadan pratik sahaya geçince yelkenleri ister istemez suya indiriyorlar.
Evet, ağzı olan konuşuyor ama konuştuğunu yap deyince yapamıyor, fikirlerinin gerçek hayattaki karşılıklarını üret deyince üretemiyor! Yahut cahil cesareti ile bir şeyler yapmaya kalkışıp felaketlere sebep oluyor.
Acaba kendimizi daha iyi hissetmek ve yerine geçmek uğruna tanrıyı öldürdüğümüz, bilimsel bilginin, uzmanlığın, kurumsallaşmanın altını oyup durduğumuz bu devir geçici bir devir mi?
Yaşayıp göreceğiz…