Sosyal bir varlık olan insan, çevresinden bağımsız ve bağlantısız düşünülemez. Akli melekesi yerinde olan herkes, sözlerinde ve davranışlarında çevresindeki insanların tepkilerini dikkate alır.
“Ne derler” veya “ne derlerse desinler” terimleri çevresel etkileşime yön veren iki uç anlayışı ifade eder.
Ne derler?
Bir söz veya davranışı sergilemeden önce; ailemizden başlayarak, komşularımızın, akrabalarımızın, arkadaşlarımızın, bağlı olduğumuz sosyal grupların, üyesi olduğumuz dernek, cemaat veya partideki diğer üyelerin nasıl bir tepki vereceğini dikkate alırız. Dikkate almanın şekli bilinçli olabileceği gibi, bilinçaltı reflekslerle de gerçekleşebilir.
Öyle ki olumsuz tepkiler alacağımızı hissediyorsak, bazen söylemek istediklerimizi söylemez, yapmak istediklerimizi yapmayız. Muhataplarımızın bizim hakkımızdaki düşüncelerini önemser, olumsuz düşünceye sahip olmalarını istemeyiz.
Özellikle belirsizliğin olduğu alanlarda iyi veya güvende olduğumuzu bilmek isteriz. Ne zaman korkarsak, tedirgin olursak ve kafamız karışsa ya bir otoritenin veya başkalarının görüşlerine ihtiyaç hissederiz (1).
Dağda yokuş yukarı uzun mesafe maraton koşusu yapan Hillary, gevşek bir taşa basmasıyla uçurumun kenarından 46 metre aşağıya düşmüştü. Dik ve pek dost canlısı gözükmeyen bir kayanın tepesinde durana kadar vücudu birkaç defa sekmiş, 14 kemiği kırılmıştı. Hillary’nin düştüğünü gören yarışçılardan biri, onu kurtarmak için aşağıya inme cesareti gösterdi. Hillary bilincini geri kazandığında onu kurtaran adama ilk sözleri şunlar oldu: “İyi olacak mıyım?”
Hayati tehlikesinin olduğu ortamda Hillary kendisini kurtaran kişiden güvende olduğunu duymak istiyordu.
Öz saygı, insan olarak değerimiz, kendimizi nasıl gördüğümüz ve algıladığımıza ilişkin inançlarımızdır.
Öz saygı genel olarak başarı veya başarısızlıkla ilişkilendirilir. Başarı sadece bir işi yapabildiğimizi göstermez, değerli olduğumuzu da gösterir veya bize öyle hissettirir (1).
Öz saygı, belirli bir alandaki başarı veya başarısızlıkla ilişkilendirildiğinde, kendimize ve başkalarına değer koşullarını karşıladığımızı kanıtlamaya çalışır, “ne derler” sorusunu yaşamın merkezine oturturuz. Bu durumda, öz saygı başarılarla beslenirken; engeller, başarısızlıklar ve başkalarının görüşleri tarafından durmadan yıpratılırız.
Başkalarının görüşlerini yaşamın merkezine koyduğumuzda öz saygımızda aşınma olabileceği gibi, ilişkilerdeki samimiyetimiz de aşınır. İnsanların beğenisini kazanma eğilimi zamanla riyakarca davranışlara da yol açabilir. Riyakarlık sosyal dokuyu zayıflatır. Sosyal uyum sağlama uğruna, sosyal dokuyu aşındırma paradoksuna düşebiliriz.
Ne derlerse desinler!
“Ne derler” kaygısının zıttı “ne derlerse desinler” duyarsızlığıdır.
“Ne derlerse desinler” anlayışı, anarşist tutumlardan başlayarak hippilik, Melamilik ve sorumsuzluğa kadar uzanan bir yelpazede farklılık gösterir.
Anarşizm, toplumsal otoritenin, tahakkümün, gücün ve hiyerarşinin tüm biçimlerini reddeder.
Hippilik, özgürlükçü bir akım olarak, insanın bir düzenin parçası olmasını reddeder, yarını önemsemeden yaşamayı benimser. Hippiler sıradan yaşama karşı çıkar, özgür ve doğal yaşamı tercih ettiklerini düşünürler. Onlara göre dünya; bitkilerin, hayvanların ve insanların eşit olarak kullanacakları bir yaşam alanıdır. Burada insanların ve özellikle bir grup insanın farklılığı ve ayrıcalığı yoktur.
Anarşist ve hippilik felsefine bağlı olanlar başkalarının görüşlerini umursamaz, başkaları ne derlerse desinler bildikleri gibi yaşarlar.
Melamilik tasavvufi bir akım olarak “ne derlerse desinler” terimini bireysel tekamülün bir aracı olarak görür. Melamilik yolunun yolcuları, insanların ne düşündüklerine aldırmamayı, hatta nefsimizdeki kötülükleri öne çıkartarak insanların kınamasını, öfkelerini ve kızgınlıklarını celp edecek davranışlar sergilemeyi tercih ederler. Bu yolla nefsin “kibir” ve “uçup” hastalığından arınacağını düşünürler.
Hemen hemen hepimizin bildiği “Haydar Haydar” türküsünün dizeleri bu yaklaşımın mısralara dökülmüş halidir.
Ben melamet hırkasını,
Kendim giydim eğnime.
Ar ü namus şişesini,
Taşa çaldım kime ne?
Sofular haram demişler,
Aşkımın şarabına.
Ben doldurur ben içerim,
Günah benim kime ne?
Bazıları da sosyal sorumluluk mesuliyetinden kendilerini azade kılarak “ne derlerse desinler” terimini benimserler.
Takıntı haline gelmiş, “ne derler” anlayışı kişisel özgürlükleri yok ederken; “ne derlerse desinler” felsefesinin ölçüsüz benimsenmesi de sosyal varlık olan insanı asli sorumluluklarından uzaklaştırır.
Orta yol
İnsanın özgürlüğünü korurken, sosyal sorumluluğu yok etmeyen bir orta yol tercih edilmelidir.
Bunun için öncelikle insan olarak değerimizin farkında olmalıyız. İnsan olarak, eşref-i mahlukat olarak, doğuştan gelen bir değerimiz var ve bu değer, yaptığımız veya yapmadığımız hiçbir şeye bağlı değil. İşimizden, yaşımızdan, rengimizden, ailemizden bağımsız olarak ve var olduğumuz için değerliyiz (1).
İkinci olarak, zulme ortak olmamak için, haksızlığın veya zulmün olduğu ortamlarda “ne derler” prangasından kurtulmalı, hakkı ve hakikati seslendirmeliyiz.
Üçüncü olarak, bizim kendimize özel içselleştirdiğimiz doğrularımız ve değerlerimiz olmalı. Doğrularımıza ve değerlerimize uymayan konularda; “ne derlerse desinler” doğrularımızı savunmaktan vaz geçmemeliyiz.
Dördüncü olarak, “ne derler” tutumunun sosyal gelişim ve değişim çabalarını engellemesine izin vermemeliyiz. Peygamberlerin gerçekleştirdikleri sosyal değişimlerin sürekli dirençle karşılandığını unutmamalıyız.
Son olarak, sosyal sorumluluk bilinciyle, toplumda gereksiz ve faydasız gerginliklere, ayrılıklara, fitneye yol açacak tutum ve davranışlardan kaçınmalıyız. Farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli, ötekinin görüşünün de en az bizim görüşümüz kadar değerli olduğunu idrak etmeliyiz. Beğendiğimiz görüşlere katılır, beğenmediklerimize de saygı duyarız. Saygı gösteren saygı görür, nefret besleyen de nefret bulur. Saygılı olanların çoğaldığı toplumlarda huzur ve bereket olur. Huzurlu ve bereketli günler özlemiyle.
(1) Michael Gervais. Öz Saygınızı Başkalarının Görüşlerine Dayandırmayın. HBR Türkiye, 02.03.2024.