Siyasi partilerin sayısına göre değerlendirme yapacak olsak Türkiye hem en demokratik hem en çoğulcu ülkelerden biri. Ama kazığın ayağı öyle değil tabii ki.
Demokrasilerde seçim her şey demek değil. Çoğulculuğun sağlanabilmesi için partilerin aldıkları oy oranlarının ötesinde de bir denetleme güçlerinin olması gerekiyor. Üstelik sistemin parlamento dışı yargı, sivil toplum, basın gibi ayaklarının sağlıklı işliyor olması icap eder. Bunların herhangi birinde iyi durumda olduğumuzu söylemek kolay değil.
Kaldı ki çok fazla parti olması bir noktadan sonra seçmen nezdinde muteber parti sayısının belli bir rakamdan öteye geçmesini engellemiyor.
Rahmetli Ergun Özbudun bir ülkede kaç siyasi partinin olması gerektiği konusunu o ülkede toplumsal bölünmeler üzerinden açıklıyor.
“Bir toplumdaki bölünme çizgilerinin, … ‘sorun boyutlarının’ sayısı ile parti sistemi arasında yakın bir ilişki vardır. Eğer toplum tek bir bölünme çizgisi ekseninde bölünmüşse bunun bir iki parti sistemi vücuda getirmesi doğaldır. Sorun boyutlarının birden fazla olması ise, zorunlu olarak, bir çok-parti sistemine yol açar. Mesela toplumun üç sorun boyutu ekseninde (sınıfsal, dinsel, kültürel-etnik boyutlar) bölünmesinden, en azından teorik olarak, bir altı parti sisteminin doğması beklenebilir.”*
Elbette sorunların doğaları, toplumu nasıl kestikleri ve temsil sistemi üzerinden bu tespitin çok farklı boyutu var. Ama en azından bu yaklaşım Türkiye’de iki partili bir sistemin kolay olmadığını ortaya koyuyor.
Nitekim Türkiye’de çoğu da liderlerin ya da dar cemaat öncelikleri üzerinden çok fazla parti var. Ocak 2024 itibariyle Türkiye’de 135 siyasi parti faaliyet gösteriyordu. Parti enflasyonu o kadar ciddi noktada ki buna bağımsız adayları da eklediğinizde seçmenin sandık başında tercih edeceği partiyi bulması bile ayrı dert.
İki sıra olmasına rağmen 31 Mart’ta İstanbul’da oy pusulası bir metreyi buldu. 22 parti ve sayısız bağımsız aday yarıştı.
Ama görünen kalabalık seçmenin zihninde aynı şekilde yer almıyor. Türkiye’de sosyal, ekonomik, etnik, siyasi sorun sayılarında bir değişiklik olmamasına rağmen 31 Mart’ta seçmen aktif parti sayısını sadeleştirme yoluna gitti.
Zaten isimleri uzun zamandır pusulada olsa da sandıkta varlık gösteremeyen partiler varken sonradan ilave olanlar da genel görünümü değiştiremedi.
Seçmenler sorun başlığı temelli değilse de başarı ve temsil gücü üzerinden bir sadeleştirme işlemi gerçekleştirdi.
Toplum nezdinde muteber parti sayısının sınırlı olmasının ana sebebi partilerin hepsinin toplumsal bir karşılık üretememiş olması. Yanlış mesaj kurgusu, aktör kompozisyonunun net bir mesaja dönüşememesi, aynı kesime hitap eden birden fazla aktör arasında doğal olarak sadece bir ya da ikisinin öne çıkması gibi birçok sebep sayılabilir.
Ancak Türkiye’nin mevcut yönetim sistemi ve 2018’den bu yana yapısal ya da psikolojik olarak hâkim olan ittifak matematiği bu dinamiği de zorluyor. Seçmenler ittifak mantığı ile hareket ettiklerinde kazanacaklarının ya da ittifakla hareket etmediklerinde kaybedeceklerinin tecrübesini yaşadılar.
Şimdi sanki ittifak mantığı hiç yokmuş gibi bundan 6 sene öncesinin oy verme sistemine dönme talebinin karşılık bulmayacağını en iyi İYİ Parti’nin oy oranı gösterdi. Üstelik CHP gibi büyük partiler kurumsal ittifak olmasa da seçmen ittifakını talep eden ve buna uygun dil kurgulayan bir strateji geliştirdiler.
Sonuç olarak bundan bir yıl önce Türkiye’yi nasıl yöneteceklerine dair kendi içlerinde gerilimler yaşayan Altılı Masa aktörlerinin hiçbiri bu seçimde bir varlık gösteremedi. Sadece masanın kurucusu olarak görülen Kemal Kılıçdaroğlu’nu kendi içinde tasfiye eden CHP kurumsal olarak ayrıştı. CHP’nin ayrışmasını sadece genel başkan değişikliği ile okumamak gerekir elbette.
Başkanlık seçimlerinde de 50+1 almak için koalisyonun mecburiyet olması küçük partilerin hayat hakkını daha da daraltıyor. Geriye hem yasama gücü hem de yürütme üzerindeki etkisi sınırlı parlamento kalıyor. Yerel seçimde ve cumhurbaşkanlığı sandıklarında ittifak dayatmasına direnmenin zor olduğu bir ortamda sadece yetkisi sınırlı bir mecliste var olma iddiasının partilerin kimliklerini korumasına ne kadar izin vereceği ise tartışmalı.
Yine son birkaç yıl içerisinde merkez partilerinin siyaset üretememesinin etkisi ile alan kazanan Zafer Partisi ve Memleket Partisi gibi oluşumlar CHP’nin güçlü bir çıkış yakalaması ile etkilerini kaybettiler.
Böylece aşırı sağ partilerin yükselişlerini besleyen ana dinamiğin merkezde oluşan siyaset boşluğu olduğunu da gördük. 31 Mart sonuçları yükselen milliyetçilik üzerinden erken yorum yapmak için daha kapsamlı değerlendirmelere ihtiyaç olduğunu da gösterdi.
Bu sadeleşmenin sonucunda iktidar kanadında Yeniden Refah’ı da sayarsak üç, muhalefet kanadında iki aktörlü bir fotoğraf Türkiye’nin önündeki beş seneyi belirleyecek. Elbette 31 Mart bir yerel seçim ve kendine özgü dinamikleri vardı. Parlamentoda ise farklı partiler milletvekilleri ile farklı dinamiklere katkı verebilirler.
Ancak bir sandıkta daha seçmen başarısız gördüklerinden uzaklaşan, başarı ihtimali gördüklerine kredi açan bir yaklaşım gösterdi.
*Ergun Özbudun, Türkiye’de Parti ve Seçim Sistemi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları