DİYARBAKIR - Seçimler yaklaşırken on yılları aşan derin krizlerin çözümüne ilişkin sert adımlar beklemek gerçekçi değil. Kaldı ki Kürt sorununda son altı yılda yaşadıklarımız bunu çok daha zor hale getiriyor.
Çok hızlı saymak gerekse bile Selahattin Demirtaş’ın siyasal bir tutuklu olarak 6 yılını doldurması, HDP’den seçilen belediye başkanlarının hemen hemen hepsinin görevden alınması ve yerlerine kayyım atanması, böylece bölgede fiilen Anayasal seçme ve seçilme hakkının askıya alınması, HDP’ye açılan kapatma davası gibi süreçler, AK Partili Kürtleri de içerecek şekilde Kürtlerin devlet mekanizmasından, bürokrasiden ve rant paylaşımından göreceli olarak dışarda kalması siyasal zeminin keskin tabiatını anlatıyor.
90’larla bugünü ayıran temel fark terör eylemlerinin yok denecek seviyede olması. Bu da bölgenin terör eylemleri, şehit haberleri ile gündeme gelmesini engelliyor. Meseleye terörün varlığı olarak bakanlar açısından terörün olmaması sorunun çözümü yönünde adım atılması ihtiyacını da gereksiz kılıyor.
2023 seçimlerine girerken Kürt sorunu, iktidarın önce beka söylemleri sonra da milliyetçi ulusalcı koalisyon yapısı ile dar bir alana hapsolmuş durumda. Ekonominin ülke gündeminde işgal ettiği yer ve insanların akşam evlerine ne götüreceklerinin derdine düşmüş olması da diğer tüm sorunlar gibi Kürt meselesini de geri plana atıyor.
Üç gün üst üste İstanbul ve Diyarbakır’da katıldığım toplantılar bu öncelik değişmesine rağmen sorunun durduğu yerde durduğunu bir kez daha hatırlattı.
Barış Vakfı “Kürt Sorununa Toplumsal Bakış” başlıklı bir rapor yayınladı. Üç akademisyenin Betül Çelik, Evren Balta ve Mehmet Gürses’in kaleme aldığı rapor KONDA’nın 2010-2022 yılları arasında gerçekleştirdiği araştırmaları bütüncül bir yaklaşımla ele alıyor.
Raporda da Kürt sorununun toplumun genelindeki önceliğinin gerilediği, Türkler arasındaki Sevr/bölünme paranoyasının gerektiği gibi ele alınması ve bu konuda topluma bir güvence verilmesi gerektiği, Kürtler arasında ayrılık fikrinin destek bulmadığı, çözümle ilgili hala Erdoğan’ın kişiliği nedeniyle Cumhurbaşkanlığından bir beklenti olduğuna dair çarpıcı veriler paylaşılıyor.
Yarına dair salondaki hava çok da umutlu değildi belki ama hayatını bu meseleye verenler kimi zaman aynı cümleleri tekrarlasa da işin peşini bırakmaya niyetli değiller. Sorun devam ettikçe nasıl ve neden bıraksınlar ayrıca?
İstanbul’daki toplantıdan Diyarbakır’a geçince DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın Diyarbakır programını izleme fırsatım da oldu. Babacan Diyarbakır sokaklarında yürüdü ve Dağ Kapı meydanında partisinin iftarında bir konuşma yaptı.
Babacan’ın konuşmasında dile getirdiği unsurlar, ufukta bir çözüm süreci olmasa da meselenin bölge insanının günlük hayatındaki yansımalarına işaret ediyordu. Faili meçhul kalan Tahir Elçi cinayetinden hastalığına ve ilerleyen yaşına rağmen tahliye edilmeyen Aysel Tuğluk’a kadar farklı konulara değinen Babacan “İfade özgürlüğünün sınırları, öyle ideolojik pozisyonlara göre genişletilip daraltılamaz. Özgür ve zengin bir Türkiye’ye giden tek yol, meşru demokratik siyasetten geçer.” diyerek nihai çözümün adresini de yine siyaset olarak gösterdi.
Tam Babacan meydanda açık havada halk iftarında konuşurken kaldığım otelde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da HDP önünde bekleyen Diyarbakır aileleri ile iftarda idi. Otelde odalara yapılan anonslarla misafirlerin araçları dahil tüm arabaların kapı önünden kaldırıldığı, resmi araçlardan başka hiçbir taşıtın yaklaştırılmadığı, basına kapalı izole bir toplantıdan sonra Soylu yine izole bir mekânda bu sefer gençlerle yine basına kapalı buluştu ve gitti.
Tabii ikisini aynı gün görünce aklıma göreve gelir gelmez AK Parti’nin yayaların geçemediği eski Başbakanlık merkez binanın önünü tümüyle yayalara açması, vatandaşlarla arasındaki bariyerleri kaldırması, hikâyenin sonunda da yüksek güvenlikli duvarların arkasında ana yola en az yüz metre uzaklıkta devlet yüzlü binalara taşınması geldi. Halbuki bir dönem AK Parti’nin en büyük gücü halka arasından devleti çıkarabilmiş olması idi.
Üçüncü gün ise Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün Diyarbakır Ticaret Odası ile birlikte Diyarbakır’da düzenlediği “Türkiye’de Barışın Kâr Payını Haritalandırmak: Barışın Alt Yapısı Olarak Ortak Ekonomik Çıkarlar” başlıklı toplantı vardı.
İzzet Akyol toplantıda son kırk yıllık çatışma ortamının Türkiye’ye ürettiği ekonomik maliyeti anlattı. Akyol’un rakamlarına göre 1985-2021 arasında terörün ve Kürt sorununu çözmemenin her yıl ekonomiye toplam maliyeti 239 milyar dolar. Eğer bu rakam devreden şekilde ekonomide kalsa idi kalan tüm şartlar aynı kalsa bile bugün Türkiye ekonomisi 4,5 trilyon dolar daha büyük bir ekonomi olabilecekti.
Asıl insan kayıplarının ve ortak bir gelecek inşa edememiş olmanın maliyeti ise ekonomik verileri aşan dev bir yara.
Diyarbakır’da belediye başkanı yerine kayyım olarak atanan Vali Münir Karaloğlu ise Diyarbakırlıların tarifi ile aslında bir çözüm süreci valisi.
Şehrin dokusu ile inatlaşmadan, daha önceki kayyımlar gibi Diyarbakırlılardan HDP’ye oy verdikleri için intikam almaya çalışmadan ve kendisini seçilmiş belediye başkanı gibi görmeden gerçekçi bir çerçevede üzerine düşeni yapmaya çalışması takdir toplamış.
Elbette bu takdir, oyların HDP’den uzaklaşacağı anlamına gelmiyor. Kaldı ki Ankara ve İstanbul’da göremeyeceğiniz şekilde tüm direklerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafı doksanlı yılların ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sloganının yanındaki yerini almış.
Bir yanda Ulu Camii’den Sur içine yayılan mukabele sesleri, diğer yanda şehirdeki devlet ricali için alınan güvenlik önlemleri, yaz sıcakları bastırmadan sizi sarmalayan Diyarbakır sokakları, sadece Diyarbakır’a has olmayan yakıt fiyatlarından yakınan taksici sohbetleri ve ne olacak memleketin hali analizleri ile gün bitti bile.
Diyarbakır’dan, yaklaşan seçim atmosferine ve yarın düzenlenecek altılı masa toplantısının gündemine doğru, ‘durduğu yerde duran Kürt meselesini’ geride bırakıp Ankara’ya dönme vakti geliyor.