Cumhurbaşkanı Erdoğan 8 Mart vesilesi ile kadın muhtarlara konuşurken metinden çıkarak genel kanaatlerini ifade etmeye başladı ve yine içindeki neyse onu söyledi. Bu sefer Erdoğan’ın hedefinde doktorlar vardı:
“Değerli kardeşlerim, samimi konuşuyorum, dost acı söyler ama gerçeği söyler. Bu hastaneleri inşa eden biziz. Bu doktorları okutan, yetiştiren bu devlet değil mi? Soruyorum, bu devlet değil mi? Bu devlet sizi okuttu, yetiştirdi.”
“Maliyeti en yüksek olan da hangi birimdir? Sağlıktır. Ama şimdi 'Efendim işte az para veriyormuş” Sordum, en az alan ne alıyordur? 8 bin, 9 bin. En yüksek alan ne alıyordur? İşte 25 bin civarında alıyordur. Buna rağmen özel sektör çok daha büyük paralar verdiği için oralara kaçıp gidiyorlarmış. Bakın açık konuşuyorum. Açık konuşmayı severim. Varsın gidiyorlarsa gitsinler.”
"Gerekirse yurt dışından ülkemize dönmek isteyenleri süratle buraya davet eder ve onları da ülkemizde istihdam ederiz. Buralar boş kalmaz, merak etmeyin. Ve şu anda asistan doktorlarımızla biz bu yola devam ederiz.”
Bu sözlerin doktorlarda doğurduğu hissin tek kelimelik karşılığı “hayal kırıklığı” olsa gerek. Uzun süredir doktorların Almanca başta olmak üzere yabancı dillere odaklanıp fırsatını bulduğunda kapağı yurt dışına attıkları sır değil.
OECD üyeleri arasında 1000 kişiye düşen doktor sayısında sondan üçüncü olan Türkiye en fazla doktoru olan 4. sıradaki Almanya’ya yetiştirdiği hekimlerini kaptırıyor ve Cumhurbaşkanı ‘giderlerse gitsinler’ diyor.
Bu ülkede kimseye karşı kullanmaması gereken bu cümle sonrasında, acaba düne kadar kalsam mı gitsem mi diye arada kalanlardan kaçı gitme kararı almıştır?
Doktorların içinde bulundukları ciddi problemleri görmezden gelen bu tavır sağlık sistemindeki problemlerle birleştiğinde doktorları önce siyaset kurumu ile sonra da toplumla karşı karşıya getirme riski taşıyor. Normalde randevu ile hasta kabul etmesi gereken doktorlar sadece randevusuz gelenleri geri çevirse bile sistem kontrol edilmesi zor arızalar verebilir.
Erdoğan’ın cümlelerindeki en dikkat çekici hususlardan biri ‘sizi devlet okutmadı mı?’ ifadesi. Burada devleti ve onun başında kendisini toplumun, sistemin, değerlerin sahibi gören bir bakış var. Peki neden devlet bu kişileri okuttu da diğerlerini okutmadı? Burada bir sınav yok mu idi?
Erdoğan’ın tabiriyle devlet okuttu ise buradan bakarsak hepimizi devlet okuttu, yedirdi, içirdi yani hepimiz varlığımızı devlete borçluyuz. Hatta devletin hayatlarımıza bu kadar müdahil olduğu bir dönemde devleti çıkarınca geriye kocaman bir sıfır mı kalıyor?
Bireyi bu kadar ezen, tek tek vatandaşları bu kadar anlamsızlaştıran bir bakış açısının komünist sistemlerden farkı ne?
“Giderlerse gitsinler” ne yazık ki anlık bir öfkeyi, tepkiyi ya da sitemi değil toplamda vatandaşa ve bireylere bakış açısını özetliyor.
Erdoğan bugüne kadar siyasette de bunu yaptı zaten. Partisinde onunla birlikte yola çıkan birçok isimle farklı gerekçelerle farklı zamanlarda yollarını ayırdı. Gidenlerin karşılaştıkları tavır da doktorların muhatap olduğunun aynıydı.
Geldiğimiz noktada gitme kararı alanlar sadece partiden ayrılanlar ya da başka ülkelerde iş bulan doktorlar değil. Yazılımcılardan, mühendislere varana kadar birçok kişi ekonomik krizin de etkisiyle kendisi ve ailesi için gelecek göremediği ülkesinden ayrılıyor.
1950’lerde Almanya yüzbinlerce Türk işçi aldı. Çoğu gittiğinde o ülkenin ne dilini ne kültürünü ne kurallarını biliyordu. Ama zaman geçti, gidenler dönmedi. Yanlarına ailelerini, tanıdıklarını, hemşerilerini aldılar. Yüzbinler milyonları buldu.
Bugün gidenler ise küreselleşmenin sunduğu kültür ve eğitim sayesinde gittikleri ülkelerde tutunmak için o kadar çaba göstermek zorunda da değiller. Çok zor şartlar altında giden gurbetçilerin dönmediği ülkelerden doktorlar, mühendisler neden dönsün bunun bir izahı var mı? Ülkenin iktidarının da gidenler niye gidiyor diye düşünmesi gerekmiyor mu?
Hani meşhur söz var ya “kalan sağlar bizimdir” diye.
Bu memleketin yetişmiş insan gücü, doktorları, mühendisleri, sanatçıları, bilim insanları velhasıl fırsatını bulanları başka ülkelere gittiğinde kalan sağlar nasıl bir hayat sürecek?
Daha kalitesiz sağlık hizmeti, dışa daha bağımlı bir ekonomi, kalitesiz bir devlet hizmeti hepimizi bekliyor olacak. Hatta eleştirel akademisyenlerin, din adamlarının susturulması nedeniyle ritüellere hapsedilmiş bir din anlayışı ve tüm bunların dolayımında daha vasat bir yaşam tarzı mı nihayetinde gelecek nesillere bırakılacak olan?
Bugün Erdoğan’ın önce siyaseti ve partisini sonrasında da ülkenin genelini mahkûm ettiği vasatla yaşama mecburiyeti; bize bir grubun sürekli iktidarının, tahakkümünün dışında ne vadediyor?