Filistinlilerin özellikle Kudüs’te İsrail ablukasına karşı ayaklanması, İsrail’in işgali altındaki Doğu Kudüs’ün Şeyh Cerrah bölgesindeki özel mülkiyet gasplarına devam etmesine itiraz etmesi ve gerilimin Gazze’den ateşlenen füzeler ve İsrail’in saldırısı ile kanlı bir noktaya evrilmesinin üzerinden neredeyse bir yıl geçti.
Ateşkesin ilanının ardından 22 Mayıs’ta yine bu köşede olan biteni anlatıp “Yeniden kanlı bir Cuma ile olaylar tırmanana kadar Filistin’i unutmazsak tabii…” diye bitirmişim yazıyı.
Beklendiği gibi Cenin’de İsrail’in gerçek mermilerle 17 yaşında bir Filistinliyi öldürmesine kadar unuttuk o topraklarda ne yaşandığını. Arkasından da artık Ramazanların ayrılmaz parçası haline gelen Mescid-i Aksa baskınları başladı.
Yine Müslümanların ibadet mekanlarına, Mescid-i Aksa’ya gaz bombaları ve çizmelerle giren İsrail güvenlik güçleri ve geleneksel giysileri içerisinde mescidin kapısını tutmaya çalışan Araplar.
Aslında Kudüs’teki gerilimlerde İsrailliler ile Filistinlilerin çatışmasından bahsetmektir normal olan. Orada İsrail askerleri ve işgalci Yahudi yerleşimcilerle mücadele edenlerin Arap oldukları pek belirtilmez. Gerek de yok zaten.
Ama son dönem yükselen mülteci karşıtlığı üzerinden Arap düşmanlığı geçer akçe olunca Kudüs’te özellikle Türkiye’de her görüşten, her çizgiden insanın üstüne titrediği mekanları çıplak elleri ve hadi bilemediniz avuçlarındaki taşlarla korumaya çalışanların Arap olduğunu hem hatırlamak hem hatırlatmak istedim sadece.
İsrail son dönemde, zaten sıkıntısını çekmediği öz güvenini daha da katlamış durumda. Nasıl özgüven patlaması yaşamasın ki?
Örneğin Kudüs ve Mescid-i Aksa olduğunda hep en önde gelen Türkiye Tel Aviv’le normalleşmek için her türlü adımı atmaya hazır.
Daha bir ay önce İsrail; tarihinde ilk defa, dört Arap ülkesi Bahreyn, Mısır, Fas ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin dışişleri bakanlarına ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın da katıldığı bir zirvede ev sahipliği yaptı.
E gördün mü Kudüs’teki de Arap bunlar da Arap demeyin hemen. Mülteci nefreti ile aklını vestiyere bırakıp ırkçı tepkiler verenlere sözüm. Mesele hangi ırktan olduğumuz değil işte.
Konumuza dönersek. Filistin konusunda kalıcı ve esasa dair hiçbir pozisyonu değiştirmeden, işgal altındaki topraklardaki uygulamaları esnetmeden, Gazze’de insanların yaşam standartlarını değiştirmeden, hepsinden önemlisi iki devletli bir çözümü artık diplomatik olarak bile görüşmeden bu kadar kabul görmüş bir İsrail’i artık kim durdurabilecek?
Cumhurbaşkanı Erdoğan son altı ay içerisinde defalarca İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’la telefonla görüştü. Herzog hastalanınca aradı, annesi ölünce aradı. Davet etmek için aradı. Herzog da Erdoğan hastalanınca aradı. Velhasıl görüşmek için her fırsat kullanıldı.
Şu ana kadar her fırsatta telefonun başına geçen Türk yetkililerin, İsrailli muhataplarını Kudüs’teki olaylar için aramak akıllarına gelmedi.
Ama Erdoğan’ın hakkını yememek gerek. 1 Nisan’da İsrail’in farklı şehirlerinde 11 İsraillinin öldürülmesi ile neticelenen saldırıları kınamak için İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u aradı Cumhurbaşkanı ve taziyelerini iletti. Son olaylar üzerine “Ramazan’da bu yapılır mı?” telefonu içinse henüz ses yok. Dışişleri Bakanlığı ise dün yaptığı açıklamada saldırıları şiddetli bir şekilde kınadığını bildirdi.
Halbuki eğer İsrail Türkiye arasındaki normalleşme süreci bir işe yarayacaksa bu tam da şimdi değil mi? Daha önce ilişkiler olmadığı için Ankara BM Nezdindeki girişimler ve açıklamalarla yetinmek zorunda kalıyordu. Şimdi ise beğenelim beğenmeyelim arada bir ilişki var.
Bu normalleşme süreci tam bugün devreye girmeyecekse o zaman Kudüs’le ilgili açıklamaları yavaş yavaş arşivlerden çıkarmakta fayda var. Hele de geçen sene, Kudüs’e asker gönderip, başkentini Kudüs’e taşıyan ülkelere yaptırım uygulayacağını ilan eden bir iktidar bu işte elini çabuk tutsa iyi olur.