7 Ekim Hamas saldırılarının üzerinden topu topu iki hafta geçti. Hamas tarafından öldürülen binin üzerindeki İsrailliye, İsrail saldırılarında ölen hemen hemen tamamı sivil dört bin kişiyi eklediğinizde beş binden fazla insan hayatını kaybetti. Yaralıların sayısı ise meçhul.
Temmuz 2014’te, Mayıs 2018’de, Mayıs 2021’de Gazze’de binlerce kişi İsrail bombaları ile can verdi. Neredeyse bu coğrafyanın kaderi birbirini tekrarlayan saldırılar ve ölümler. Bu saldırıların bir kısmı aylarca devam etti.
Bu rakamları, saldırı tarihlerini çoğaltmak mümkün. Faka daha önce yaşananlara bakarak bugünkü çatışmanın da kısa sürede bitmeyeceğini öngörmek zor değil.
İsrail’in saldırılarını durdurması için her şeyden önce İsrail tarafında bir irade olması gerekiyor. Netanyahu hükümeti; İsrail’in bugüne kadar ki en sağcı, en ırkçı, en dinci, en radikal hükümeti konumunda. Kabine üyelerinin Filistinlilere karşı görüşleri; geçelim uluslararası insan hakları beyannamelerini, modern savaş hukukun bile var olmadığı zamanlardaki sıradan kurallara bile uymuyor.
Üstelik son Gazze çatışmasına kadar İsrail Filistinlilerin sıradan yaşam standartlarına bile saygı duymadan Arap ülkeleri ile normalleşebileceğini gördü.
Bu süreç ABD’nin, Kudüs’ün işgalinden bu yana tabu olan, büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı ile birlikte yaşandı.
Yani İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana Arap ülkeleri ile yaşadığı savaşlar dışında en büyük siyasal kazanımlarını Filistinliler’e dair hiçbir olumlu adım atmadan, kalıcı barışa ilişkin bir perspektif sunmadan aksine işgalin şiddetini daha da arttırdığı bir dönemde sağladı.
Netanyahu’dan kurtulmak için beş benzemezin bir araya geldiği 2021 Naftali Bennet ve 2022 Yair Lapid hükümetleri de hükümetteki Birleşik Arap Listesi’ne rağmen bölgeye barış getirecek bir vizyondan yoksundu.
Daha ılımlı görülen İsrail Cumhurbaşkanı Herzog ise Gazze’deki tüm sivilleri Hamas’a isyan etmedikleri gerekçesi ile hedef olarak gösterdi.
Uzun sözün kısası İsrail’in uzun vadede kalıcı bir barış, kısa vadede ise Gazze saldırılarını durdurmak için bir gerekçesi ya da içerden kaynaklanan bir dinamiği yok. Bu psikoloji İsrail’e; uzun zaman sonra Arapları tümüyle yok ya da tasfiye etme, mevcut işgal statükosunu sürekli bir çatışma ortamında sürdürme ya da günün birinde kendi ırkçı siyasetinin esiri olarak demografiye mağlup olmanın dışında bir alternatif sunmuyor.
Üçüncünün gerçekleşmesi için ise kısa vadede bir gerekçe yok.
İsrail’i durduracak dinamikler uluslararası güç dengeleri ya da kamuoyu baskısı olabilir.
İkincisi hem ciddi boyutta değil hem de politik bir sürece evrilmedikçe İsrail’in kamuoyu baskısı ya da eleştiriler ile tavrını değiştirmesi imkânsız.
Asıl etkili olabilecek uluslararası baskılarda ise durum hiç parlak değil. ABD hem askeri yardımlar hem siyasi açıklamalarla, pek de haz etmediği Netanyahu hükümetinin arkasında durduğunu gösterdi.
Avrupa Birliği de İsrail’in tavrını değiştirmesini gerektirecek bir tavır geliştiremedi. Bazı çatlak seslere rağmen Avrupa ülkeleri Hamas saldırılarını gerekçe göstererek en azından bir süre İsrail’e karşı çıkacak bir durumda değiller.
Arap ülkelerinde başta Katar olmak üzere İsrail karşıtı bazı çıkışlara rağmen durumu değiştirecek bir ağırlık merkezinin kurulması zor.
Başta körfez ülkeleri arasındaki öncelik farklılıkları ve İslam İşbirliği Örgütü’nün fazlasıyla işlevsizleşmesi nedeniyle İsrail’i durdurabilecek bir çıkış görünmüyor.
Hamas saldırısının daha ilk günü gözlerin döndüğü İran ise sessiz. Bugün itibariyle Hizbullah’ın bölgedeki varlığının ana sebebinin Filistin değil İran’ın güvenliği olduğunu bir kez daha görmüş olduk.
Türkiye’ye gelirsek. Ankara bir dönem İsrail’i bir ateşkese ikna edebilecek hem ilişki çeşitliliğine hem de farklı ittifaklarda derinliğe sahipti. Bir yanda Hamas ve çok sayıda Arap muhalefet yapılanmaları ile öngörülebilir, çerçevesi belli ilişkilere diğer yanda Batı ülkelerinde sonuç alıcı bir ağırlığa sahip olmak Türkiye’yi güçlü kılıyordu.
Şimdi ise içerde yükselen “Türkiye Yüzyılı” söylemine rağmen Ankara’nın Orta Doğu’daki ağırlığı ciddi anlamda zayıflamış durumda.
Karadeniz’de coğrafyanın, Ukrayna krizinin farklı aktörleri sürece katan doğasının etkisi ve Erdoğan’ın Rusya nezdindeki ağırlığı ile Türkiye bir rol oynadı.
Bugün Ankara ne krizin temel aktörleri olan İsrail ya da ABD nezdinde etki oluşturabilecek ağırlığa sahip ne de Hamas ya da Arap ülkelerini sürece katıp çerçeve çizebilecek durumda.
Ankara’nın ekonomik ve siyasi kırılganlıkları ise yürütülen diplomatik süreçleri daha da zorluyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan dün akşam TRT’de Türkiye’nin pozisyonunu detaylı bir şekilde aktarırken soğukkanlı ve sağduyulu bir dil kullandı. Duygu yoğunluğunun çok yüksek olduğu bir zamanda gerçekçi ve sakin kalabilmek kolay olmasa gerek.
Türkiye’nin pozisyonunun Fidan’ın açıklamaları çerçevesinde daha uzun değerlendirilmesi gerekiyor ama Dışişleri Bakanı’nın ‘İsrail’in bir intikam peşinde’ olduğunu söylemesi ve “bu kriz 2014 krizinden daha büyük. 2014, 2009’dan daha büyüktü. Bundan sonraki kriz de bugünkü krizden büyük olacak.” tespiti yakın ve uzak gelecek için endişeleri daha artıyor.
Nihayetinde İsrail’in her gün yüzlerce cana mal olan fütursuzluğu ve acımasızlığı ile İsrail’i durdurabilecek karşı bir dinamiğin yokluğu ne yazık ki aynı seviyede.