Klasik sözdür. Devletlerin dostları düşmanları olmaz, çıkarları olur. Bir kere, bu cümlenin içeriği fazlasıyla tartışmalı.
Dünya tarihinde her ülke arasında gerilimler olur ama genel yönelimleri gerek tarihsel gerek jeopolitik gerekçelerle çok da değişmeyen ülkeler vardır. Bunlar arasındaki gerilimler de daha çok arızidir. Yani dönemsel ve geçicidir. Uzun süreli çıkarları ise ortaktır. Yani zorlarsak bunları uzun vadeli dost ülkeler olarak da tanımlayabiliriz.
Kanada ve İngiltere’nin ABD ile ilişkilerinden Türkiye ile Azerbaycan’ın arasındaki yakınlığa varana kadar bunlara örnek çok. En canlı örnek ise Avrupa Birliği’nin ortak idealler ve gelecek tasavvuru çerçevesinde bir araya gelmesi.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nı ülkelerin bireysel çıkarlarını maksimize etme çabası getirdi. Hikâye uzun ama sonunda bireysel savunma ve refah mümkün olmayınca bu sefer bloklar oluştu. Bloklar da hem ortak ekonomik ve güvenlik çıkarlar hem de asgari müşterek dünya tasavvurları çerçevesinde şekillendi.
Sözün kısası Türkiye çok partili sisteme geçmese idi, Kore Savaşı’na asker gönderse de NATO’ya üye olamayabilirdi. Yani bugün özellikle muhafazakâr sağ seçmen için sembol haline gelen merhum Menderes’in iktidarına giden yol, karşısına Şangay Beşlisi gibi varlık sebebi bile İslamofobiye indirgenebilecek bir alternatifle çıkılan NATO üyeliği ile açıldı.
Yine özellikle muhafazakâr mahalle için anlam ifade eden İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) da ortak bir dini kimlik üzerine şekillendi. Çıkış noktası da Anadolu insanının Arap sokaklarından bile daha fazla hassasiyetle sahiplendiği Mescid-i Aksa ve Kudüs davası oldu.
Gelinen noktada İİT’nin ne kadar İslam’la ne kadar Müslümanlarla ilgisi var tartışılır ama bu masa etrafına oturanlar en azından zirveler süresince ortak ritüellere riayet ediyorlar.
Avrupa Birliği ise bu organizasyonların baya ilerisinde. Üye olabilmek için ekonomik ya da jeopolitik şartları değil öncelikle demokrasi ve insan hakları konularında bir dönem amentü gibi ezberlediğimiz şimdi ise pek hatırlamadığımız Kopenhag Kriterlerini asgari düzeyde yerine getirmeniz gerekiyor.
Bütün bu misallerin geldiği noktada eğer bir uluslararası örgütün masasına oturuyorsanız ve o masa da Dünya Havacılık Teşkilatı ya da Birleşmiş Milletler gibi teknik bir kurumun ya da “kim olursan ol gel” ilkesi ile yürüyen çatı bir örgütün masası değilse oraya girmek için kabullenmeniz gereken ilkeler var.
Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği gibi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile bir şakalaşma sırasında başlayan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılım ciddiye bindi ise bu adımı köy/kasaba dayanışma derneğine üye yazılmanın ötesinde bir okumaya tabi tutmak gerekir.
Semerkant’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sandalye çekip de Şangay İşbirliği Örgütü üyeleri grubunun başına oturduğu fotoğraf “dünya lideri” başlığı ile dolaşırken yüzlerden bu bağlamda bir anlam çıkarmaya çalışıyorsunuz.
Diplomasi ve jeopolitik denge zirve fotoğrafları üzerinden okunmaz. Ama velev ki okunması gerekti oradaki fotoğraf Türkiye için çok daha iyi bir anlam ifade etmiyor. Kaldı ki mesele sadece bir zirvede liderler arası anlık bir enstantane olarak kalsa ve iş tam üyelik başvurusuna varmasa o kareye bakıp geçmek de daha kolay olurdu.
Kendinizi, harcadığı her kuruşun hesabını vermesi gereken, veremediğinde istifa etmek hatta yargılanmak zorunda kalan liderler arasında değil de kendilerine bağlı oligarklar oluşturan ve ülkenin bütçesini kendi şahsi malı gibi gören aktörler arasında daha rahat bulabilirsiniz.
Her dört-beş senede bir sandıkta halklarının onayını alamadığında görevi seçimleri kazanan yeni isme devretmesi gerekenlerin yerine seçimlerin laf olsun diye yapıldığı ya da hiç yapılmadığı ülkelerin tepesindeki isimlerin oluşturduğu bir masada daha mutlu da hissedebilirsiniz.
Sokaktaki bir polisin işlediği suçun her zaman değilse de çoğunlukla mahkemede hesaba çekildiği ülkelerin temsil ettiği değerler sistemi yerine faili meçhullerin, Sincan gibi bölgelerde sistemik cinayetlerin sıradan olduğu ülkelerle kendinizi daha fazla özdeşleştirebilirsiniz.
Verecekleri çoğu kararı senato, kongre ya da meclislerde onaylatması gereken, onaylanmadığı taktirde de girişimleri kadük kalan yani sizce zayıf devlet başkanlarının dünyası yerine daha hızlı ama kontrolsüz, denetimsiz, “ben yaptım oldu” sisteminin bahşettiği güçlü liderlik de daha cazip gelebilir.
Ancak o zaman bunun adını dış politikada çok yönlülük yerine daha net bir şekilde demokrasi kampı yerine otokrasi dünyasına yönelim olarak ilan edersek mesele daha net ortaya çıkar.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Avrupa ülkelerine yaptıkları vize başvurularının reddedilmesinin ve Avrupa’ya gidişin kapılar kapandığı için yavaşlamasının Ankara’da birilerini mutlu ettiğini düşünürken, neden böyle bir kanıya kapıldığımızı kendimize izah etme sıkıntısından da kurtulmuş oluruz.